12:32 Yrakly türkmen şahyry Aly Marufogly we onuñ döredijiliginden nusgalar | |
ALİ MARUFOĞLU M. 1927 –2018
Edebiýaty öwreniş
■ Kaynaklar: (1) Şairin bizimle devamlı görüşmeleri. (2) Beşir gazetesi: 1958 yılında bazı arkadaşlarla Kerkük’te çıkardığımız bu gazetenin 3 Şubat 1959 tarihli sayısında şairin hayatı hakkında ilk kez bilgiler verilmiş, ayrıca çeşitli sayılarında bir kısım şiirleri yer almıştır. (3) Afak gazetesi: Bu gazetenin sadece 1 Mart 1958 tarihli sayısında bir şiirini gördüm ki bu da şairin yayımlanmış ilk eseridir. (4) Kardeşlik dergisi: Bağdat’ta çıkmakta olan bu dergide devamlı olarak şiir ve yazılarına rastlıyoruz. (5) Şairin bir kısım mensur ve manzum fıkra ve hikâyelerini içine alan basılmış Olaylar Konuşuyor ve Deremet kitapları ve saire. ■ Hayatı ve Eserleri: Asıl adı Ali, babasının ise Hasan’dır. Şiire ilk başladığında hakiki adını mahlas olarak kullanmış, sonradan dedesinin adına nispetle Marufoğlu takma adıyla şöhret bulmuştur. Bazen de şiirlerinde mahlas kullanmaya gerek duymamıştır. 1927 yılında Kerkük’ün Tuzhurmatu kasabasında Ağa Mahallesi’nde doğmuş ve büyümüştür. 1933 tarihinde bu ilçenin altı sınıflı ilkokulunda başlattığı tahsilini bitirdikten sonra 1939’da Kerkük’e gelerek burada ortaokula girmiştir. Üçüncü sınıfta iken okulu terk ederek Tuzhurmatu’ya dönmüş ve ziraatle uğraşmaya başlamıştır. 1946 yılında askerliğe alınan şair aynı yılda evlenerek iki erkek ve iki de kız çocuk babası olmuştur. 1950’lerden bu yana geçimini ziraat ve ticaretle kazanmaktadır. Küçük yaştan hayatının boş zamanlarını gazete, dergi ve kitap okumak ve edebî hareketleri izlemekle geçiren Ali Marufoğlu önceleri şiir, sonraları ise düz yazı ile ilgilenmiştir. İlk kez 1.3.1958 tarihli yerli Afak gazetesinde yayımladığı Tembellik başlıklı bir manzume ile yayın âlemine atılan şair, daha sonra sözü edilen Beşir gazetesinde yayımladığı şiirleriyle tanılmaya başlanılmıştır. Asıl geniş şöhretini 1961 yılından bu yana Bağdat’ta çıkmakta olan Kardeşlik dergisinde yayımladığı devamlı ürünleriyle elde etmiştir. 1964’te bir kısım mensur ve manzum hikâyelerini bir arada toplayarak 112 sayfalık bir kitap halinde Kerkük’te Şimal matbaasında bastırmıştır. Daha sonra 1989’da onun Deremet adlı 218 sayfa tutan ve edebiyatla ilgili bir kitabı [Irak’ın] Kültür ve Tanıtma Bakanlığınca yayımlanmıştır. Bu kitap çeşitli şiir, hoyrat, fıkra, hikâye ve eleştirmeyi kapsayan yerli ve orijinal bir edebiyat dağarcığıdır. Şair bu kitabında topladığı konuları halkına hizmet için içtimaî ve edebî bakımdan öğüt verici sade bir dille işlemiştir. Eserde geçen maddeler umumiyetle, yazarın Tuzhurmatu ilçesinde duyup derlediği ve kendi fikir ve kalemiyle süslediği konuları kapsamaktadır. Marufoğlu’nun henüz basılmamış birkaç eserinin daha bulunduğunu öğrenmekle birlikte bunları göremedik. Ancak şairin 2009 da İstanbul’da yayımlanan Direniş kitabıyla, yine bu şehirde 2012 yılında basılan Türkmeneli’nin Dili Hoyrat kitabını sonradan görebildim. Sonki kitap tagazzul, öğüt, hikmet ve saire kavramlı mani dörtlüklerini ihtiva etmekte, Direniş kitabı ise şiir, hoyrat ve Şehir Canavarı unvanlı bir hikâyeyi kapsamaktadır. Her iki eser de Suphi Saatçi’nin önsözüyle değerlendirilerek Kerkük Vakfı’nca ele getirilmiştir Ana diliyle yazdığı tüm eserleri ardından maddi kazanç sağlamayı düşünmeyen Ali her zaman millî ve manevi değerlere önem veren ülkücü bir ediptir. Hayatı boyunca bağlı kaldığı prensiplerden herhangibir taviz vermemiştir. Samimi dostlarımızdan olan şair, Kerkük’e her gelişinde bizi arar, birlikte görüşür ve edebî sohbetlerde bulunuruz. ■ Edebî Kişiliği: Tuzhurmatu kasabasında yetişen görkemli ilk iki şairden biridir. Öteki şair ise, Kerkük Şairleri kitabımızın 2004’te basılan üçüncü cildinde (s.67-73) hayat tercümesiyle bir kısım şiirlerini tespit ettiğimiz âmâ şair Hasan Görem’dir. Ama Ali, bu kasabada edebî kültür ve düz yazı alanında öncülüğü almıştır. O, gelişmiş ve olgunlaşmış olan edebî şahsiyesine fıtrî isti‘dat ve ciddi çaba ve çalışmalarıyla kavuşmuştur. Hayatı boyunca şiir ve edebiyatla uğraşmaktan hiç bıkmamıştır. Edebiyat âlemine önce şiir, sonra düzyazı ile başlayan sanatçı her iki alanda da başarı sağlamıştır. Bu arada yazdığı yedi heceli hoyrat ve mani dörtlükleri de halkça az çok benimsenmiştir. Şiirlerini kısmen hece ve kısmen de aruzla yazmıştır. Ama aruzun az sayıda kalıplarını kullanmıştır. Serbest stilde ise hiç şiir yazmayan Ali, bu tür satır şiirine karşı bile koymuştur. Netekim kendisiyle yapılan bir basın görüşmesinde serbest şiiri ölü kefenine benzeterek bunun öteki giysilerden farklı biçimde hazırlandığını söylemişti. Türkçe klasik şiirleri kolayca kavradığı gibi, Farsça ve Arapça şiirleri de olanca gücüyle izlemiştir. Bu meyanda Türk şairlerinden Nefi ve Mehmet Akif, Fars şairlerinden Hafız ve Sadi, Arap şairlerinden Züheyr ve Şevki, Azeri Türk şairlerinden Sabir ve Şehriyar ve nihayet yerli şairlerimizden Fuzuli ve Faiz’le etkilenmiştir. Kerküklü şair Reşit Akif’in son zamanlarda yazdığı şiirleriyle de müteessir olarak onun: Letâfet burcuna bir şems-i pür-envârsın Kerkük Cinâne gıbta-bahş bir sahne-i gülzârsın Kerkük matlalı şiirine yazdığı naziresini, Yürür Âkif iziyle Marufoğlu fahr eder zîrâ O kâmil üstâda sen mülhem-i eşârsın Kerkük maktayla bitirerek, şiirde Akif’in ardı sıra gittiğini belirtiyor. Kerküklü şair Osman Mazlum’un da gazellerini beğenerek bunlardan bazılarına nazire yazmıştır. Ne varki Ali bütün bu şairleri izlemekle birlikte bunların bayağı bir mukallidi olmayıp kendine özgü bir yol tutabilmiştir. 1.3.1958 tarihli Afak gazetesinde Tembellik başlıklı şiiri, hemşehrisi ve meslektaşı Hasan Görem’in daha önce aynı unvanla o gazatenin 15.4.1955 tarihli nüshasında yayımlanan şiirinin adeta bir karşılığı olmuştur. Görem’in Rüya başlıklı şiirine de aynı unvanla manzum bir karşılık vermiştir. Ne var ki bu şiirlerin mazmunları birbirinden farklı durumdadırlar. Görem hayale kayarken Marufoğlu, yaşanan olayları yansıtıyor. Netekim o ister şiirlerinde olsun ister düz yazılarında olsun hep millet ve memleket konularını gerçekçi bir şekilde işlemekte, ülke toplumunun dertlerini dile getirmektedir. Onun millî kahramanlığı yansıtan eserlerinde bir nevi şahlanma ve kükreme duygusu vardır. Düz yazılarına gelince… Bunları üç grupta toplamak mümkündür. Birinci grupta olanları, sanat mahsulü hikâye ve benzeri eserinden ibarettir ki bunlarla yazar, toplumsal konuları işleyerek okuyuculara millî töreye bağlı kalma duygusunu aşılamaya çalışmaktadır. Toplumuyla ilgisini hiç kesmeyen Ali hikâye yazmaya hevesli, edebî kültürü geniş, kalemi güçlü, müstait bir yazar olduğundan bu alanda yazdığı kolay ve çekici hikâyeleri bence şiirlerinden daha güzeldir. Hikâyelerinde hakiki kahramanlık menkıbelerini canlandıran Marufoğlu bu tür yazılarında Türk hikâyecisi Ömer Seyfettin’i izlemekle birlikte konularını yerli renk ve motiflerle süsleyerek onun hayal mahsulü tasvire ve düşüncelerinden farklı olarak gerçekçi bir ifade ile hatıra ve makaleye kayan bir tarzla anlatır. Bazen bir hikâyenin içerisinde konu ile ilgili küçücük başka bir hikâyeye de yer verir. Bu da yazarın şahsi özelliklerinden sayılır. Ali Marufoğlu’nun ikinci grup düz yazıları ise, edebî sanatlara dair değerlendirme ve eleştirmelerinden oluşmaktadır. Yazar bu alanda bazen bir konuyu gereğinden fazla kurcalar ve i‘tizaz duyduğu görüş üzerinde ısrarla direnir. Onun iyi meziyetlerinden biri, ürünlerini tenkit eden yazarlara verdiği cevabî reddinde onların niyetlerine göre uygun davranışı hususudur. O, iyi niyet sahibi bilgili münekkitlerin yazıları üzerinde pek durmayarak sünger çeker; kötü niyetli haksız kimselerin tenkitlerine ise tahammül edemeyerek kendilerine, hak ettikleri doğru veya yanlış, gereken ağır dersleri verir vasıfta bir yazardır! Üçüncü grupta ise Türkçede kullanılan deyimleri günümüzde (2013) Türkmeneli gazetesinde seri hâlinde açıklamalı olarak yayımlamakta, her deyim için örnek bir dörtlük dizmektedir. ■ Düz Yazı Örneklerinden: Hikâye ■ İlk Tokat[1] “Koskoca okulun sessizliği birdenbire bozulmuştu! Odalar pencereler inlerken üç yüzü aşkın öğrenci de korkudan nefes alamaz hâle gelmişti! Ne olmuştu acaba? Motor tekerleği mi patlamıştı yoksa okulun salonunda bir tabanca mı ateşlenmişti? Hayır… Ne oydu ne bu, ancak ufak tefek bir öğrencinin cılız yanağında okul müdürünün patlattığı müthiş tokatın şaklayışı idi bu ses! Tokatın etkisiyle bir sağa bir de sola sallanıp güç bela ayakta tutunabilen cılız öğrenci bu müthiş tokadı acaba gerçekten mi hak etmişti? Yoksa her zaman olduğu gibi güçlülerin keyfi olarak zayıflara savurdukları tokatlardan biri [mi] idi bu tokat?! Uzun tatil ayları geride kalmış, yeni okuma yılının ilk sabahında kasabanın öğrencileri ikişer üçer okul yolunu tutmuştu. Aralarında zorla gönderilenlerle bir iki gönüllüler yok değildi. Ama okuluna kavuşmak için can atanlar da vardı. Bu sonuncuların biri de Yüksel’di. Onun yalnız bu yılı kalmıştı. İlkokulu bitirecek, yüksekokulların kapılarını aralayacaktı. Ayrıca da birer baba şefkati taşıyan öğretmenlerine kavuşacaktı. Hele onlardan göreceği saygı ve baba sevgisini düşündükçe yerinde duramaz olmuştu. Yüksel harika zekâsı, keskin hafızası, yol bilgisi ve hepsinden ziyade çalışkanlığına çok güveniyordu. Bu yılda da geçen beş yıl gibi başarı üstüne başarı sağlayacak, alkış tufanına tutulup sınavlarda ödüller kazanacaktı. Buna kendisinin de öğretmenlerinin de hiçbir kuşkusu yoktu. Çıngırak ötmüş, öğrenciler salonda sınıf sırasıyla dizilince Yüksel’in yeri boy düzenine göre altıncı sınıfın ilk sırasındaki son durak olmuştu. Müdür de öğretmenler de salona dalmışlardı. Yüksel’in ilk dikkatini çeken birkaç yeni yüzdü. Eski müdürleri ve birkaç öğretmenleri yoktu. Yerlerine başkaları atanmıştı. Bu her yıl rastlanan olanaklardandı. Öğretmenler de sıra ile dizilince salonun ortasında tek başına kalan zatın yeni müdür olduğu anlaşılmıştı. Daha otuzunu doldurmamış uzunca boylu ve bıyıkları önden tıraşlı müdür bir aşağı bir yukarı gezinip öğrencileri gözden geçiriyordu. Müdürün dış görünüşü buydu. İçi ise sonradan anlaşıldı ki öyle değilmiş. O her atandığı okulda olduğu gibi burada da kurduğu projeyi uygulamak için fırsat kolluyormuş. O ilk günden beri öğrenci ve öğretmenlerini bileğinin gücüyle korkutacaktı. O bir aşağı bir yukarı gezinirken projesine kurban arıyormuş meğerse! Tehdit üzerine tehdit savuruyor, “Tembellerin kulağını koparacak, kirlilerin derisini, kavgacıların kafasını ezeceğim!” gibi tehtitlerle nefes tüketiyordu. Tam bu sırada altıncı sınıfla yüz yüze duran beşinci sınıf öğrencilerinden birini sürükler gibi bir adım öne çıkardı. Çocuk pek yoksul birinin oğlu idi. Kundura yerine iplikle işlenilmiş bir ayakkabısı var, ceketi olmadığı için yalın bir gömlek giymiş, kuşak yerindeki yamalarını ha örtmüş ha örtmemiş kalın bir kayışla belini bağlamıştı. Müdür onu sıradan sürüklerken kuşağın ucu ikinci düğümden çözülmüş, kayış çocuğun göbeğinden aşağı sarkmıştı. Tuhaf! Müdür birdenbire değişip ciddiyetin yerini anlaşılmaz bir paskallılığa bırakmıştı. Meğerse adam edebiyat meraklısı imiş; gözüne bir teşbih ilişmişti. Hemen kuşağın sarkan ucunu avuçlayıp öğrencisinin onurunu hesaba katmadan müstehzi bir gülüşle kayışı sallayarak her altı sınıfın öğrencisine hitaben “Talebeye bah! Kuşağa bah! ... Bu bir mektepliydi. Yohsa bir şagirtti!?” Müdür bu sözleriyle el ve cisminin işaretlerini ekleyince öylesine güldürücü bir tutum takındı ki tüm öğrenciler hatta öğretmenler de güldü. İşte o zaman müdür kırdığı potun farkına varmış; ağır başlılıkla okulu korkutacakken paskallılığıyla kendi kendini birden bire maskaraya çeviriyordu. Utancından kıpkırmızı kesildi. Biraz duraklamadan sonra bir daha ciddiyetini takındı; etrafındakiler üzerinde öfkeli gözler gezdiriyordu; bir tokatla yere serilecek birini arıyormuş meğerse! Zira elinin altında süklüm püklüm duran zelil öğrenci gürbüzün biri idi; bir tokatla yere devrilmeyecekti. Haksızlık kurbanını değişmesi gerekiyordu. Tamam! İşte aradığını bulmuştu. Tam karşısında idi. Altıncı sınıfın en son öğrencisi. Yoksulluğu urbasından belli olan bu çocukcağız her ne kadar on üçüne başmış ise de yedi yaşar bir çocuktan daha çelimsizdi! Müdürün de aradığı bu idi. Hem bir tokatla yerlere devrilecek bir cılız, hem de yoksul olmalı idi. Çünkü o sıralarda dövmek şöyle dursun, oğullarını öldürse bile yoksul babaların şikâyette bulunmayacağından emindi. Çocukcağıza doğru sert bir adım atıp sert bir dille “Nişin güldün?” Daha sorusunu tamamlamadan –yazımın başında şaklayışını bir tabanca patlayışına benzettiğim- müthiş tokatı Yüksel’in sol yanağında patlatıverdi. Bu tokat zavallının okulda değil, hayatında yediği ilk tokattı. Çünkü o ayak tutalıdan beri zekâsı, anlayışı ve usluluğu sayesinde tekdir bile edilmemişti. O okulun alkış tufanına alışmış olan öğrenci tokatın sersemliğinden kurtulunca utancından yer yarılsa girsem diyordu. Zira her zaman öğrencilerin takdir gözlerini üzerinde dolaşırken gören çocukcağız bu sefer tam tersine olarak tüm okulun müstehzi gözlerini üstünde buluyor ve “Bu ağır cezaya çarptırılan bu mu?” diye gözler uzaktan yakından birbirine sorar gibi bakıştıktan sonra bir daha üzerinde toplanıyordu. Zavallı neler bekliyordu! Nelerle karşılaşmıştı? Altıncı sınıfın ilk dersi müdürün idi. Geçen yılla ilgili birkaç soru gerekmişti. Müdür sınıfın en yaşlısına bir de en irisine sordu. Kandırıcı cevaplar alamayınca sorusuna doğru cevap verecek öğrenciyi bulmak için beşinci sınıftan altıncı sınıfa birincilikle geçeni sordu. İşte o zaman bütün gözler ikinci defa olarak Yüksel’in üzerinde toplandı. Yüksel, küskünlüğünü anlatan bir dargınlık ve kırgınlıkla ayağı kalktı. Müdür biraz önce merhametsizlikle tokatladığı bu minicik öğrencinin sınıf birincisi olduğunu anlayınca renkten renge girdi. Vicdan azabı mı duymuştu, ne idi belli değildi! Ama şaşkınlığı gözden kaçmıyordu. Hele kekeleyerek sorduğu sorulara düzgün cevaplar onu epeyce sarstı. Konuşmak için söz bulamıyordu. Çaresiz sudan bir bahane ile dersi bırakıp gitti. Müdürünün taşkınlığındaki haksızlığı kadar küskünlüğünde haklı sayılan Yüksel, müdürünün vicdan azabıyla günün birinde birkaç sözcükle gönlünü alacağını umuyordu. Bekledi ve bekledi. Ama ne gezer! Müdür öylesine mağrur, öylesine inatçı ki vicdanının sesine uymak şöyle dursun, sanki kazandığı vicdan azabının tüm suçu Yüksel’de imiş gibi onun derslerde en asi soruları cevaplandırmasını bile ekşi yüzle karşılar ve aferinler yerine somurtkanlıkla oturuyordu. Ah ne olurdu Yüksel günün birinde müdürünün iltifatına kavuşup da “Ustadım! Beni haksız yere tokatladın…” diyebilse, o da “Bir yanlışlıktı yavrum! Unut…” gibi bir cevap verip de barışsalar gönlünde hiçbir acı, hiçbir düğüm kalmayacaktı. Fakat müdür hiç de oralı görülmüyordu. Hatta ders dışı karşılaştıkları zamanlar Yüksel’in selamlarını çoğu kez cevapsız bırakıyordu. Yüksel artık barışmaktan ümidini kesmiş, müdürünün bu davranışını onuruna indirilen en ağır bir darbe sayıyor ve bütün uğraşlarına rağmen körpe gönlündeki üzüntü düğümünün kabardığını seziyordu. Yıl sonunda barışmadan ayrıldılar. Ama ne var ki olan Yüksel’e olmuştu. O harika zekâlı çocuğun her türlü haksızlığa isyankâr yaratılmış tedirgin ruhu, müdüründen gördüğü haksızlıkla hırçınlaştıkça hırçınlaştı ve daha sonraları buna benzer birkaç haksız olayla yıpranarak okulu, hatta derslerini iğrenerek öğrenimini yarıda bıraktı. Böylelikle toplum ve ulusunu aydınlatmaya hazırlanan bir çerağ, zorbaların haksızlığına kurban giderek parlamadan sönüyordu. Okuma yılının ilk sabahından, hatta ilk dakikasından beri çalışkan mı, tembel mi, haylaz mı demeden bile gene kuvvet verip ömründe ilk defa gördüğü öğrencilerini yere sererken ta kendisi uslandırılmaya muhtaç olan müdüre gelince yıllar boyu aynı vazifede kalmıştı. Sonraları vicdanına uyup da taşkınlığı bıraktı mı bırakmadı mı bilmiyorum. Ama uzaktan pekiyi tanıdığım bu zat, ara sıra aynı tokatı keyfi olarak meslektaşlarına savuruyor. Fakat bu sefer eliyle değil (…)’le.” ■ Şiirinden Örnekler: ■ Tarihli Mersiye[2] Eylemez kimse o cürmü çarh-ı bed devrân eder Kevni insanoğluna bir lahzada zindân eder Miskin u ma‘sûmları mesrûr u handan görseler Derd ü gamlar yağdırır gözyaşların seylân eder Elaman bir beyt-i ma‘mûr görmesin eyler gazâb Târumâr eyler o yurdu hışm ile virân eder Kış eder fasl-ı bahârı bir muhâlif bâd ile Goncasından dûr edip bülbülleri nâlân eder İkramı in‘âmı lütfu yardımı, nâdânadır Fazla mihnet ü cefâ ve cevri hem ihsân eder İşlemiştir sormadan bildim felek bir ayrı cürm Kerkük ehli ol sebepten nâle vü efgân eder Kerkük[’ün] ufkundan etmiş mutlakā bir mâh ufûl Sıçrar ateş toprağından gökyüzün sûzân eder Toplanıp eyler şiven genç ihtiyâr erkek kadın Hicr oduyla sîne dağlar gözyaşın al kan eder Gitti aklım anlayınca bende mu’lim vakayı Dehr-i dûna karşı artık varlığım isyân eder Rihletin bir yara açtı ey Hidâyet Bey senin Haşr olunca fışkırır kan sîneden ceryân eder Ağlayan Kerkük değildir firkatinle tek senin Basra Bağdat Musul ehli mâtemin giryân eder Hem kavuştun rahmete bu ayrı bir [şân u] şeref Mâteminde baş eğer hürmet sana a‘yân eder Zâyi etmiş Cumhuriyyet ordumuz bir kahraman Bendi kopmuş her gönülde mevc-i gam tuğyan eder Ağla yaş dök Ma‘rufoğlu sen de her bir Tuzlu’nun Kanlı yaşlar öyle zâtı nâil-i gufrân eder Târihin cevher yazarken ey Hidâyet hak senin Cennet içre rûh-ı pâkin Rızvân’a mihmân eder[3] ﺠﻨﺖ ﺍﻳﭽﺮﻩ ﺮﻮﺡ ﭙﺎﻜﯔ ﺮﻀﻮﺍﻨﻪ ﻤﻬﻤﺎﻦ ﺍﻳﺩﺮ *** ■ Gazel[4] Kimler dedi ey dil sana var fikr-i hayâl et Kimler dedi hicrinde elif kaddini dal et Aslânları avlar ahular vâdi-i aşkta Şâhin gözün ey serçe yeter bunca hayâl et Ey bâd-ı sabâ söyle hilâl kaşlıya gün tek Çık bedri utandır geceler arz-ı cemâl et Leylâm diye Mecnûn öğünür hüsnünü göster Türkmen kızı Leylâm o deli oğlanı lâl et Aşk hastasına İbn-i Sinâ bulmadı dermân Bestir tabibim bes bu kadar emr-i muhal et Zâlimliği kısmış Ali’nin nutkunu var git Dil yâresinin zahmını Mazlum’a suâl et * * * ■ Güzelleme[5] Gülşende gördüm dolaşır yarı Korkusuz gezer turnalar varı Bulüzün sıkmış belden yukarı Baldırın, dizin okşar etekler Gizliden gizli seyrettim yüzün Nasıl vasf edem zalimin kızın Sorayım bari siz deyin düzün İnsanlaşır mı acep melekler? Acem’de, Rum’da görmedim eşin Yirmi var ancak saysalar yaşın Önünde eğmiş serviler başın Ayağın öper gördüm çiçekler Yanağın görmüş çıldırmış bülbül Yumulmuş gonca baş saklamış gül Saygıyla eğmiş boynunu sümbül Başına döner ak güle bekler Terleyen teni allardan aldır İnce dudağı mühürlü baldır Dönüp bakınsa san bir maraldır Yitirmiş eşin yolunu bekler Kaşları okur savaş türküsü Ders almış ondan Türk’ün süngüsü Âşık öldürmek gözün ülküsü Parmak tetikte bekler kirpikler Nasıl oldu da göründüm böyle Gözüyle sordu ne ararsın söyle Yüz geri döndüm nasıl ki öyle Şahinden uçup kaçar ördekler * * * ■ Ülkü Sesi:[6] Gönül bağlı dil tutmaz Küsmüş udum kemanın Kopuz dargın saz telsiz Ne de olsa şamanım Kızartmış göz bakar hep Bana yan yan zamanım Ekin ektim topladım Bölüştü yâd harmanım Yine bilmem bu halle Didinirim durarım Amaç ülküm uğrunda Düzgün yollar ararım İlaç merhem dilenmem Yarem kendim sararım Yana yana kavrulsam Göğe çıksa dumanım Engel yolum çevirmez Bir ülküsün sevenim Kim ne diyer koy desin Yeter desem Türkmen’im Dinim dilim uludur Kendime var güvenim Kayıranım yoksa da İmanımdır gümanım Bulut çökmüş tipi var Görsem ufuk kararmış Kasırgayla savrulsam Bilinirse ne varmış Şan istemez kahraman Atsız ölmek bir ‘ârmış Kalır elbet izicik Savrulsa da samanım İster kendin beğenen Sayılmakla sorulmak Er olana yakışmaz Erliğiyle kurulmak Dinim dilim uğrunda Gereklidir yorulmak Uğraşırım yılmadan Her nanca var dermanım * * * ■ Yağmurlu Bulut[7] Kürkünü giydi yine gökyüzü Sevmiş olacak ekinci kızı Göster ona altun boyunbağ Geh altun kemer geh altun saçbağ Cömert davranır kesesin açar Tarlalar üste gümüşler saçar Ekinci diyor bana bak bulut Yeter bu öğünmek yeter bu at tut Kızım istersen erkeklik göster Kızım yiğittir yiğit er ister Telli kemerin kılıca çevir Zülmü tepele bâtılı devir Kurtulsun hürler esaretten Zayıf yoksullar sefaletten Bulut gürledi bilmem ne dedi Yapamam dedi yoksa eh[8] dedi * * * ■ Eyvahlar Olsun[9] Bahçeler dolaştım şehrin koğuşun Tırmandım aşılmaz dağlar yokuşun Otuz yıl aradım saadet kuşun Bulmadım meğerse gençlikmiş gençlik Geh atlı sermaye için geh yaya Geh koştum çarşıya geh de tarlaya Aradım meğerse asıl sermaye Altın gümüş değil gençlikmiş gençlik Gönülün biricik vefalı yârı Mutluluk sırrının tek anahtarı Hazanlı ömrün küçük baharı Neden sonra bildim gençlikmiş gençlik Müşfik annenin tatlı kucağı Yiğit babanın kutsal ocağı Aşkın mevsimi yarenlik çağı Yalnız ve yalnız gençlikmiş gençlik * * * ■ Benim Rüyam[10] Uydum gönüle buldum özüm ben de seferde Dinlenmek için düşte Görem gördüğü yerde Meyter sesi hoştur ne güzel derler uzaktan Bak dinle neler gördüm inanmazsan eğer de Bir âleme vardım da şaşırdım hani şâdlık Baştanbaşa gam bahrı yüzer halkı kederde Yol kirli sokak kirli yolun yolcusu kirli Bir damla su bin altınadır san bu şehirde Halkın başı sarhoş ayağı dermana muhtaç Nûh kavmine nispetle geri ilm ü hünerde Bir yana bırak menfaati şöylece dursun Bir fert bulunur topluma bin türlü zararda Adli kime sordumsa dedi hüs uşağ olma Zulmü mana sor usta diyeller bize şerde Ey yolcu safâmız bu bizim ger beğenirsen Kal burda kayıtma éle sen alasan ülkene bir de Yok yok dedim öz çevresi hoş insana nanca Hemşehri değer vermese de doğduğu yerde Boş ver sen o boş başını sar başın için Öz başına koymam soka öz başımı derde Taklit hesabın at da konuş hendese üzre Kerges olamaz kartala cebretse kader de Uygarlığı öğrenmedi öğretti cihâna Târîhlere sor neymiş atam bunca asırda * * * ■ Hoyratlarından Örnekler: Bu yoldan tatar geçer Postasın atar geçer Dert gamı birbirine Kara gün katar geçer ■ Gül topu Aslan ağzı gül topu Saçıv misk gözüv nergiz Yanaklarıv gül topu Reyhanam kohla meni Bes munca ohla meni Tabibler derdim bilmez Gel özüv yohla meni ■ Halhala çalar Etek halhala çalar Uçurttı aklım fikrim Yar zülfi hala çalar [1] Bu hikâye Kardeşlik dergisinin Şubat-Nisan 1975 tarihli müşterek sayısında yayımlanmıştır. Tatlı bir üslupla anlatılan bu güzel hikâyede geçen hadisenin ayniyle vaki olduğunu belirten yazarı, anlaşılan o günlerde altıncı sınıfta öğrenci ve müdürleri de Kifrili tanınmış edebiyatçı Abdülhekîm Rejioğlu idi ki hikâyenin yayımlanmasından az bir müddet sonra 26.11.1970 tarihinde ölmüştür. Kaldı ki hikâyede söz konusu olan mazlum Yüksel’in bizzat Ali Maruf olduğu düşünülmektedir. [2] Bu ağıt, zamanında Kerkük Merkez Kumandanı olan ve halkça çok sevilen Binbaşı Hidayet Arslan’ın, Kerkük Hava Alanında resmi bir karşılama ve yola salma töreninde koruma görevlisi olarak bulunduğu sırada ansızın geçirdiği bir kalp krizi sonunda ölümü üzerine yerli Beşir gazetesinin 9.12.1958 tarihli sayısında yayımlanmıştır. [3] Bu makta beytin son mısraı, görüldüğü gibi ebced hesabıyla ölüm tarihi olan hicri 1378 yılını göstermektedir. [4] Kardeşlik dergisinin Nisan-Mayıs 1988 tarihli nüshasında yayımlanan bu gazel, Osman Mazlum’un bir gazeline nazire olarak söylenmiştir. [5] Kardeşlik dergisi Ekim 1968 tarihli sayı. [6] Kardeşlik dergisi Nisan-1962 tarihli sayı. [7] Kardeşlik dergisinin Nisan-Mayıs tarihli sayısında yayımlanan bu manzumeyi şair 8.11.1974’te Tuzhurmatu’da yazdığını söylüyor. [8] Eh, yerli şivede evet’ in kısaltılmış şeklidir. [9] Bu manzume, şairin Deremet kitabında yayımlanmıştır. [10] Ali Marufoğlu bu manzumeyi Hasan Görem’in Rüya başlığıyla Kardeşlik dergisinde (sayı 3-4/1971) yayımladığı manzumesine karşılık olarak ilk kez 12.9.1971 tarihinde yazıp bir yorumla birlikte bana göndermiştir. Görem, manzumesini şairane hayal unsurlarıyla süslediği hâlde Ali manzumesini gerçekçi (vaki) biçiminde yazmıştır. Bunda geçen meyter sözü davul, hüs sözü sus demektir. Ata TERZIBAŞI. | |
|
Teswirleriň ählisi: 0 | |