23:14 Ibnül Arabynyñ daşoguzly türkmen alymy Fahreddin Razä ýazan haty / türk dilinde | |
IBNUL ARABYNYÑ DAŞOGUZLY ALYM FAHREDDIN RAZÄ ÝAZAN HATY
Edebi makalalar
Bismillâhirrahmânirrahîm… Her şeye yeten Allah’a hamd olsun! Salât ve selâm, onun seçtiği bütün peygamberlerin üzerine olsun! Benim Allah yolundaki dostum Fahreddin Muhammed Râzî’ye de selâm olsun ve Allah onun himmetini yüceltsin! Bundan sonra: Senin için biz, kendinden başka ilah olmayan Allah’a övgüde bulunuruz (seni Allah’a medhederiz). Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Biriniz kardeşini severse, bunu ona bildirsin: «Ben seni seviyorum.» desin!” Zâten yüce Allah da: “Birbirinize hakkı/gerçeği tavsiye ediniz” (el-Asr, 3) buyurmaktadır. Ben, senin bazı telif eserlerine ve (bu eserlerde) yüce Allah’ın, seni tahayyül kudreti ve mükemmel düşünce bakımından desteklediğine vâkıf oldum. Nefs, ne zaman sadece bedeninin taleplerinden lezzet ve haz almaya başlarsa ilâhî cömertlik ve mevhibenin (ilâhî bağışların) tadını alamaz. Böylece yalnız ayakları altından beslenen gâfil kimselerden olur. Fakat esaslı bir adam, üstten beslenendir. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi: “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur’ân’ı lâyıkıyla tatbik etselerdi, her yönden (hem ayakları altındakinden/yeryüzünden hem de yukarıdan/göklerden) nimete ermiş olurlardı…” (el-Mâide, 66) Allah’ın, onu muvaffak etmesini istediğim benim dostum bilsin ki, (Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘e) kâmil mânâda vârislik, sadece bir vecihle değil, bütün yönleriyle olandır. Zaten: “Âlimler, peygamberlerin (her yönüyle) vârisleridir.” Bu itibarla akıllı olana gereken, bütün yönleriyle (Hazret-i Peygamber’e) vâris olmaya çalışmak ve bu hususta gayret noksanlığına düşmemektir. Allah’tan, onu muvaffak kılmasını temennî ettiğim değerli dostum bilir ki; insan tabiatının güzelliği, ancak ilâhî bilgilerle donatılmasının semeresidir ve çirkinliği de o ilâhî bilgilerden mahrumiyet neticesidir. Yüksek ve yüce himmetli kimse için gerekli olan, ömrünü, sonradan meydana gelmiş boş şeylerle ve onların boş ayrıntılarıyla geçirmemektir. Eğer buna dikkat etmezse, Allah’tan gelecek olan ilâhî ve ebedî nasip ve hazlardan mahrum kalır. Yine bu kimse için gerekli olan, kendi fikrinin delîlinden gönlünü iç huzûra erdirmesidir. Şüphesiz ki (kendine ait) fikrin doğuş sebebi bellidir; istenilen hak ise böyle değildir. Çünkü Allah’ı tanımak, onu varlığı sebebiyle tanımanın tersidir. Çünkü akıllar, Allah’ı, delil vesilesiyle değil inkâr açısından var olması (inkâr edilememesi) sebebiyle tanır. Bu ise akılcı geçinenlerle kelâmcıların hilâfınadır. Bu meselede onların görüşlerine katılmayan Seyyidimiz İmam Gazâlî de, bizimle aynı görüştedir. (Demek istiyorum ki) akıl, subhan olan (her türlü noksan sıfatlardan ve beşerî îzahlardan münezzeh ve her türlü kemâl sıfatlarıyla muttasıf olan) Allah’ı, kendi düşünce ve görüşü kapasitesince bilir. Öyleyse müşâhede yoluyla Allah’ı tanımak isteyen akıllı kimseye gerekli olan, kalbini (kendisine ait her türlü) fikirden boşaltmasıdır. Yâni yüksek ve yüce himmetli kimseye gerekli olan, görüntü dünyâsında aklî düşünceye bağlı kalmamasıdır. Çünkü görüntüler âlemi, arkasındaki mânâya delâlet eden cisme bürünmüş nurlardır. Çünkü görüntüler âlemi, yâni hayâl, aklî mânâları hissî kalıplara indirir. İlmi süt şeklinde, Kur’ân’ı (ilâhî) ip sûretinde, dînî de kayıt sûretinde sergiler. Yine yüksek ve yüce himmetli kimseye gerekli olan, öğreticisinin, küllî nefisten almaya bağlanmış bir dişi olmamasıdır. Tıpkı, kişinin, aslâ bir fakirden almaya muhtaç kalmaması gerektiği gibi… Fakir, başkası olmadan kemâl sahibi olamayandır. Azîz ve Celîl olan Allah’ın dışındaki her varlığın hâli böyledir, (hepsi fakirdir). Bu itibarla sen, ilmi, ancak subhân olan Allah’tan keşif yoluyla almak hususunda gayret ve himmetini artır! Muhakkıklar (Hakk’a ve hakîkate ulaşmış olanlar) bilirler ki, Allah’tan başka fâil yoktur. Dolayısıyla onlar, ilmi, Allah’tan başkasından almazlar. Allah’tan alışları da, akıl yoluyla değil, keşifledir. Çünkü ehl-i himmet, ancak ilme’l-yakîni aşmak ve ayne’l-yakîne ulaşmak sûretiyle kurtulmuşlardır. Bil ki, mütefekkirler, herhangi bir konuda fikrî gâyelerine göre en zirveye ulaştıkları zaman, elde ettikleri düşünceler, kendilerini azimli bir taklitçi konumuna getirir. Mesele ise fikrin o noktada duraklamasından daha büyüktür. Fikir var olduğu müddetçe, onun bir meselede emîn olması ve orada çakılıp kalması mümkün değildir. Fikrî sahada akılların güç bakımından durduğu bir sınır vardır. Bir de akıllar, kabul sıfatına sahiptir ki, bu da, yüce Allah’ın bir hibesidir. Öyleyse akıllı kişi için gerekli olan husus, kendisini ilâhî esintilere açması, şahsî görüşü ve kendi kazancının dar kalıplı esiri olmamasıdır. Çünkü kişi, sırf şahsî fikirleriyle vardığı noktada şüpheyle karşı karşıyadır. Bana dostlarından ve senin hakkında güzel ve iyi düşüncesi olan, aynı zamanda benim de güvendiğim bir şahsın anlattığına göre; bir gün sen ağlıyordun. O şahıs ve senin etrafındakiler ağlama sebebini sordular. Sen de: “Otuz sene önce düşündüğüm bir mesele sebebiyle ağlıyorum. Çünkü şu an o mesele hakkında yeni bir delile ulaştım ve işin özünün önceki fikrimden tamamen farklı olduğunu anladım ve (yapmış olduğum hatâ dolayısıyla) ağladım.” (O hâlde değerli dostum!) Bu itibarla diyorum ki, bugün ulaşmış olduğun delil de belki bir müddet sonra ilk meseledeki gibi olacaktır. Çünkü fikir ve ifade sana aittir. Akıl ve fikir mertebesinde ârif olan kişiye, fikirde konaklama ve huzur bulma mümkün değildir. Bu husus, özellikle yüce Allah’ı tanıma ve bilmede daha geçerlidir. Kulun, yüce Allah’ın mâhiyetini, kendi bakış açısıyla bilmesi mümkün değildir. Sana ne oluyor? Kardeşim, hâlâ niye bu vartada kalakalıyorsun da Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-‘in başlattığı nefsî – kalbî eğitim ve Allah ile halvet yoluna girmiyorsun. Fakat o yola girsen, subhân olan yüce Allah’ın: “Kullarımızdan bir kul… Ona katımızdan bir rahmet bağışladık. Nezdimizde bulunan özel bir ilimden bilgiler verdik…” (el-Kehf, 65) diye buyurduğu insanların erdiği lütfa mazhar olursun. Senin gibi bir kimseye yakışan, bu şerefli lütuf dolu yola, yüce ve büyük mertebeye yönelmektir. Dostum bilsin ki, her mevcut (var edilmiş olan), sebep yanında o sebebin kendisi gibi muhdestir/sonradan yaratılmıştır. Mevcudun iki yönü vardır. Biri, kendi sebebine dönüktür. Diğeri de, mûcidine/kendisini var edene bakar. Var eden de yüce Allah’tır. Fakat bütün insanlar, kendi sebeplerinin yönüne bakarlar. Hikmet erbâbı olanlar, filozoflar ve onlar gibi akıl meydanında dolaşanların tamamı da böyle yaparlar. Ancak peygamberler, velîler ve melekler gibi Allah ehli olan muhakkıklar/hakîkate erenler müstesnâdırlar. Onlar, bir taraftan sebep vâsıtasıyla bilgileriyle beraberken diğer taraftan da mûcidlerine / yaratan Allah’a nazar ederler. Onlardan bazıları, Rablarına, kendi yönüyle değil, kendi sebebi yönüyle bakmış ve şöyle demiştir: “Kalbim, bana Rabbimi anlattı.” Kâmil bir kimse de şöyle dedi: “Rabbim bana konuştu.” Bu görüşe de ârif dostumuz (Bâyezîd-i Bistâmî) şöyle diyerek işâret eder: “Siz ilminizi resimlerden (harflerden) ve ölülerden ölü olarak aldınız. Bizse, ilmimizi, hayat kaynağı olan ve hiç ölmeyecek olandan, yâni Allah’tan aldık!” Kendi varlığı, başkasından istifade ile var olanın hükmü, bizce, hiçbir şeydir. Ârif kişi için Allah’tan başka dayanak kesinlikle yoktur. Bundan sonra dostum bilsin ki, Hak, her ne kadar bir taneyse de onun, bize yönelen çeşitli ve birçok yönü vardır. Dolayısıyla ilâhî ilhamlar ve onların tecellîleri, bu yönler kanalıyla olursa onlardan sakın (kesrete aldanma)! Sana göre, Hakk’ın Rab olması, onun Müheymin (hükümranlığını her tarafa yayıcı) olması hükmü gibi değildir. Yine onun Rahîm, yâni ebedî rahmet kaynağı olması hükmü de, onun Muntakim (intikam alıcı) hükmü gibi değildir. Allah’ın diğer isimleri de böyle değerlendirilmelidir. Bil ki, bütün sıfatları kendisinde toplayan zât olarak; Rab, Kadîr, Şekûr ve diğerleri gibi bütün isimleri câmî bir isim mâhiyetiyle Allah lafzı, ilâhî vecheyi ifâde eder. Yâni Allah ismi, bütün isimleri kendisinde toplar. Onu müşâhede ânında sen (Allah ismini) hâfızanda bulursun. Ancak mutlak sûrette onu aslâ müşâhede edemezsin. Cenâb-ı Hak, bütün isimleri kendisinde toplayan Allah ismi ile sana bir dâvette bulunursa, seni neye çağırdığına dikkat et! Bu dâvet ve müşâhedenin yönelttiği makâma iyi bak! Ve ilâhî isimlerden Allah’ın nazarının tecellî ettiği isme nazar kıl; çünkü sana hitap eden ve senin de müşâhede ettiğin isim odur. O da, ifadede dönüşümlü tecellîlerle tâbir edilir. Tıpkı suda boğulan kişinin: «Yâ Gayyâs (Ey kurtarıcı)» yahut: «Yâ Müncî (Ey ferahlatıcı)» yahut da: «Yâ Munkız (Ey dardan kurtaran)» mânâsında sadece «Yâ Allah!» demesi gibi… Acı çeken bir hasta da: «Yâ Allah!» dediği zaman, bu: «Yâ Şâfî (Ey şifa veren)» yahut: «Yâ Muâfî (Ey âfiyet veren)» mânâsınadır. Diğer ilâhî isimlerle Allah lafzının münâsebeti de buna benzer. Sana benim dönüşümlü dediğim ifade, İmâm Müslim’in Sahîh’inde bahsettiği şu hadistir: “Yaratıcı tecellî eder, fakat inkâr edilir ve ondan kaçınılır. Bunun üzerine tecellîsini, Allah, inkâr eden ve kaçınanlar için kendisini tanıdıkları bir sûrete dönüştürür. Böylece insanlar, önce inkâr ettiklerini sonra ikrâr ederler.” İşte burada Rabbânî hitaplar, dâvetler ve müşâhedenin mânâsı budur. Akıllı kişi; ilimlerden, ancak kendisini tamamlayacak ve her hâlükârda kendisiyle (öbür dünyâya da) intikâl edecek ilimleri talep etmelidir. Bu da ancak yüce Allah’ı, vehb ile, yâni onun insana ihsan ettiği özel lutuflarla ve müşâhede yoluyla bilmek ve tanımakla olur. Meselâ sendeki tıp ilmine hiç şüphesiz ki ancak çeşitli hastalıklar dünyâsında ihtiyaç duyulur. Fakat sen hiçbir hastalığın bulunmadığı bir dünyâya intikâl ettiğin vakit orada tıp ilmiyle kimi tedâvî edeceksin? Onun için akıllı kişi, bu dünyâda kalacak olan bilgileri, peygamberlerin tıp bilgisi(1) gibi vehbî yolla, yâni Allah vergisi yoluyla olsa bile elde etmek husûsunda özel bir çaba göstermez. Sen de onlara takılı kalma. Aklın ve gönlün öncelikle Allah ilmini istesin. Mühendislik bilgisi de böyledir. Ona, ancak ölçüm alanında ihtiyaç duyulur. Sen öbür dünyâya intikâl ettiğinde bu ilmi dünyâda bırakırsın. Her nefis, basit bir şekilde, yâni yanında bu dünyâya âit hiçbir şey olmaksızın göçüp gider. O hâlde nefsin, âhiret âlemine göçüş esnasında burada terk ettiği ilimlerle uğraşmayı böyle değerlendir. Akıllı kişi, ilimden, ancak kendisinin zarûrî olarak ihtiyaç duyduğu bilgileri almalıdır. Bu istikamette o, kendisinin taşınacağı âleme taşınacak olanı tahsîl etmeye özellikle gayret etsin! Bu da yalnızca iki ilimden ibarettir: 1. Allah ilmi 2. Âhiret yolculuğundaki durakların ilmi. Ki bu ilmi; âhiret merhaleleri, âdetâ evinde yürür gibi hiçbir şeyi inkâr etmeyecek ve oradaki hiçbir şey kendisine yabancı gelmeyecek şekilde bilmeyi gerektirir. Şüphesiz bu iki ilmi bilen kişi, inkâr ehlinden değil irfan ehlinden olur. O yerler (âhiret merhaleleri), imtizac (kötüyle iyinin karıştığı) yerler değil, temyiz (doğru ile yanlışı birbirinden ayırma) yerleridir. Bu yerler, (insana) galatı da doğruyu da gösterirler. Bu da, bu makamda bir topluluk hakkında temyiz meselesi ortaya çıktığında netleşir. O topluluk ki, Rableri kendilerine tecellî ettiğinde: «Senden Allah’a sığınırız. Sen Rabbimiz değilsin. Bizler, Rabbimiz bize gelinceye kadar bekleyeceğiz.» derler. Rableri onlara, ancak onların bildikleri şekilde tecellî ettiğinde onu ikrar ederler. Böyle bir durum ne kadar esef vericidir! Akıllı kimseye, bu iki ilimden (Allah ve âhiret ilminden) tarîkatteki usul üzere riyâzet, mücâhede ve halvet yoluyla keşifler gerekir. Ben sana halveti ve onun şartlarını ve halvet esnasında tertibine göre adım adım neler tecellî edeceğini anlatırdım. Ancak içinde bulunduğumuz şu zaman beni bundan menediyor. Zamanla kastettiğim de, bilmediği ve anlamadığı konularda inkâr yolunu tercih eden kötü âlimlerdir. Onları, Hakk’ı iz’andan ve ona teslim olmaktan çelmeyen, şâyet ona îmân değil ise; taassup, görüntü sevgisi ve riyâset sevdâsıdır. Doğruları en iyi bilen Allah’tır. Dönüş de O’nadır. (1)Tıp bilgisi, peygamberlere eğitim yoluyla değil vehbî yolla, yâni Allah vergisi olarak ihsan edilmiştir. İbn Arabi (k.s.) | |
|
Teswirleriň ählisi: 0 | |