21:31 Kayıp aranıyor / dedektif hikaye | |
KAYIP ARANIYOR
Detektiw proza
Dııııt dııııt…dıııt dıııt…dıııt dıııt… … Halacığım, nerelerdesin? Vatsapa niye cevap vermiyorsun? …. Halacım orada mısın? …. Artık merak etmeye başladım. Annem seni evde diyor ama cevap vermiyorsun. …. Akşama gelince yine arayacağım. Evde ol lütfen. Çok önemli! …. Dııııt dııııt…dıııt dıııt…dıııt dıııt… “Hah, geldim.” “E yani, halacım, nihayet bulabildim seni:” “Duymamışım yavrum. Misafirim vardı.” “Aaa saçlarını mı kestirdin? Güzel olmuş. Gülü güle kullan.” “Teşekkür ederim yavrum. Biraz kısalttım. Yaza hazırlık. Sen yorgun gözüküyorsun güzel kızım.” “Sınavlardandır halacım.” “Nasıl gidiyor?” “Yani, işte, iyi gitti diyelim. Sonuncusuna cuma günü girdim.” “Hadi hayırlısı.” “Evet, şey, belki hatırlarsın, belki de hatırlamazsın. Hani…trende bizimle yolculuk eden, genç bir çift vardı. Pek suya sabuna dokunmamışlardı. İşte dün onların düğünü oldu. Beni de çağırdılar. Hatta seni de. Dedim, ‘Halam burada yaşamıyor.’ Şaşırdılar. ‘O zaman sen gel,’ dediler.” “Gittin mi bari?” “Gittim, gittim.” “Nasıldı?” “Amaaan, işte, nasıl olacak? Yani? ‘Düğün’ dediysem, öyle ‘düğün’ değil. ‘Reception’ deniyor burada; işte, yani, bir paba gidilip içiliyor falan.” “Anlat anlat.” “Bunlar bir otobüs tutmuşlar. Ama o bildiğin otobüslerden değil. Hani şu eski iki katlı, kırmızı otobüsler var ya, kapısız, artık kullanılmıyor, işte onlardan. Şimdi yeni bir şey çıkmış; bu eski otobüsler eğlence için falan kiralanıyor. Şoförü de biletçisi de oluyor, aynen eskisi gibi. Otobüsü beyaz çiçeklerle süslüyorlar -ama öyle abartılı değil -; önündeki tabelasında evlenen çiftin adı yazıyor falan. Belediyede nikah kıyıldıktan sonra davetlileri içine dolduruyorlar. Zaten çok kişi olmuyor: Aileler – o da birinci dereceden yakın olanlar-, arkadaşlar falan. Kızın zaten annesi babası ölmüş. Kardeşi falan da yok. Bir teyzesi var. O da yaşlı. Öyle bakma bana halacım. Senden çok daha yaşlı.Yetmişini geçmiştir. Kızı o yetiştirmiş.” “Oğlanın ailesi yok mu?” “Onun var. Annesi, babası, teyzesi, dayısı, kuzenleri falan ama hiç kardeşi yok. O da tek çocuk.” “E sonra ne oluyor? Yani nikahtan sonra?” “Aman işte ne olacak? Otobüsle paba gidiliyor. Pab çok güzeldi ama! Küçük, şirin bir şey. Adı da Kraliçe’nin Kellesi.” “Kraliçe’nin Kellesi mi?” “Haaahaaa evet!” “Eee gelin güzel miydi bari?” “Öyle bildiğin gelinlik falan değil. Beyaz bir elbise, başında çiçekler falan, işte o kadar.” “Sadeymiş. Güzel.” “Evet güzeldi, yani.” “Peki hediye falan vermiyorlar mı?” “Veriyorlar ama hep ev eşlaları: biblo, mikser, tencere, tava falan.” “Sen ne verdin?” “Ben bizim adetlere uyumlu olarak..hahhaaa… bir takı hediye ettim geline.” “Ne taktın?” “Nazar boncuğu. Küçücük bir şey. Gelin hanım pek beğendi. Hemen kolundaki bileziğe iliştiriverdi.” “Güzel bir hediye seçmişsin, aferin.” “Ben aslında seni şey için aramıştım… Bir şey oldu… Yani…Üfff! Belki de bana öyle geldi.” “Ne oldu?” “Amaaaan saçmalıyorum işte! Belki de hayal gördüm. Senden geçti bu huy! Her şeyden işkillenir oldum.” “İçgüdülerine güveneceksin güzel kızım. Hadi söyle. Meraklandırma beni.” “Pabda, o hayhuy arasında, bir an gözüm Aileen’in teyzesine takıldı. Aileen gelinin adı.” “Adı Türkçe mi?” “Hayır. ‘Aylin’ diye söyleniyor ama yazılışı değişik. İrlandalı ismi. Kız İrlandalı.” “Katolik mi?” “Galiba; çünkü teyzesinin boynunda İsa’lı haç vardı. Protestanlar sade haç kullanırlar; üzerinde çarmıha gerili İsa figürü falan olmaz.” “Oğlan?” “O İngiliz galiba. Ailesi sanırım protestan ama dindar olduklarını sanmıyorum.” “Ben bu ikisini pek hatırlayamadım. Neyse sen devam et. Aileen’in teyzesini ne yaparken gördün?” “Valla, yani, kadının günahına mı giriyorum nedir? Bilmiyorum artık…Kadını, barda, böyle yuvarlak bir tepsinin içinde dağıtılmayı bekleyen içki dolu kadehlerden birine beyaz toz gibi bir şey katarken gördüm. O sırada Aileen’in de ona baktığını yakaladım. Kızcağız donup kalmıştı. Teyzesi, ne benim ne de Aileen’in onu gördüğünü fark etti.” “Sonra ne oldu?” “Sonra kadın –adını unuttum şimdi- o kadehi ve başka bir kadehi aldı; pabın daha sessiz ve tenha olan loş bir köşesine doğru yürüdü. Tam köşedeki masaya varmak üzereydi ki Aileen ani bir hareketle önüne çıkıverdi ve her iki kadehdeki içki de yere döküldü. Sonra da garsonlardan biri gelip yeri temizledi.” “Köşedeki masada birisi oturuyor muydu?” “Ne yazık ki evet, oturuyordu. Tonylerin –Tony damat- uzun yıllardır hem komşusu hem de aile dostu olan yaşlı bir adam, tekerlekli sandalyesinde uyuklar gibi oturuyordu. Söylediklerine göre seksen yaşındaymış.” “Neyse adam ucuz atlatmış.” “Dur daha bitmedi. Sonradan duydum ki adamı o gece hastaneye kaldırmışlar.” “Zehirlenmiş mi?” “Yok. ‘Nefes yetmezliğinden’ diyorlar ama doğru mu söylüyorlar bilmem. Saklıyor olabilirler.” “Belki de farketmediler. Polis işe karıştı mı?” “Sanmıyorum. Karışsaydı haberim olurdu.” “Tabii, olurdu.” “Sence bu bir cinayete teşebbüs mü?” “Buna cevap vermek için çok erken güzel kızım ama sen şu soruma bir cevap ver bakayım: Aileen’in teyzesi, tozu içkiye nereden kattı? Yani toz nasıl bir kaptaydı?” “Kapta değildi. Kağıttan küçük bir külahın içindeydi.” “Tozu koyduktan sonra külahı ne yaptı?” “Tam bulunduğu yerde, barın altında bir çöp bidonu vardı. Onun içine attı.” “Peki hiç dikkat edebildin mi? O yaşlı adamın yanına pabda kaldığınız sürece kimler gitti?” “Valla halacım, yani, o olaydan sonra gözümü yaşlı adamdan hiç ayırmadım desem yeridir! Adamcağız da pek neşeliydi – uyanık olduğu zamanlar tabii – habire Tony’yi yanına çağırıp sırtını sıvazlıyordu. Dur bakayım bir düşüneyim, kimler onun masasına gitti?: Aileen, teyzesi, Tony, Mr and Mrs Barrington -Tony’nin annesi ve babası-, ha bir de Mr Jacob Brent.” “O da kim?” “Yaşlı adamın korumasıymış zamanında – elli- elli beş yaşlarında biri – sonradan bakıcısı olarak yanında kalmış.” “Koruması mıymış? Şu yaşlı adamın adını bilmiyor musun?” “Biliyorum. Desmond Lynch.” Halam bütün isimleri dikkatle not alıyor, yazılışlarını bilemediklerinin tek tek harflerini sorup yazıyordu. “Aileen’in teyzesiyle hiç konuşabildin mi?” diye gözlüklerinin üstünden sordu. “Konuştum. Tatlı, konuşkan bir kadın. Çok koyu bir aksanı var, İrlanda aksanı. Bana, hah haa ha, yanımda Türk lokumu olup olmadığını sordu. Hah ha ha, hiç tadına bakmamış da.” “Peki onun adı ne?” “Ah! Söylemişti ama unuttum. Hiç duymadığım bir İrlandalı ismiydi. Sonra hatırlarım belki.” “Bu olay ne zaman oldu demiştin?” “İşte, dün oldu.” “Ve yaşlı adam, dur bakayım neydi adı?” Halam dikkatle aldığı notlara göz gezdirdi. “Hah, Desmond Lynch. Hâlâ hastanede mi?” “Evet ama durumu iyi galiba. Eğer ölseydi mutlaka duyardım.” “İşte bu güzel haber fakat vakit kaybetmemek lazım.” “Sence bir şey mi olacak?” “Öyle gibi gözüküyor. O yüzden hemen harekete geçsek –daha doğrusu geçsen- iyi olur.” “Ben mi? Ne yapacağım peki?” “Düğün daha dün olduğuna göre henüz çöpler alınmamıştır. Hemen o paba gideceksin. Yanına bir çift plastik eldiven almayı unutma, bir de şu küçük fermuarlı torbalardan al.” “Ahhaa hatırladım. Trende delilleri hep onların içine koymuştun.” “Evet fakat bu sefer sen çöp bidonlarını karıştıracaksın.” “Gerçekten mi? Off, nerden sana söyledim?” “Çok önemli bu. Hemen yapman lazım güzel kızım.” “Ne arayacağım? O kağıttan külahı mı?” “Hayır. Tabii onu da bulursan bonus olur ama sen bir pabın çöpünde tuhaf kaçacak olan bir şişe veya bir ilaç şişesi, kabı falan arayacaksın ya da bunun gibi bir şey. Vatsabı da açarsın. Ben de bakarım." *** Dııııt dııııt…dıııt dıııt…dıııt dıııt… Dııııt dııııt…dıııt dıııt…dıııt dıııt… “Geldiiim geldiiiim.” “Görüntün iyi değil halacım.” “Dur şimdi düzelir.” “Hah tamam. Sen beni görebiliyor musun?” “Evet, şimdi tamam. Ne yaptın?” “Pabdayım. Dünkü çöpleri arkaya koymuşlar ‘Gidip bakabilirsin,’ dediler. Müşteriler ön tarafta, burada kimse yok. Rahat rahat bakarız. Onlara, ‘Galiba yüzüğümü düşürdüm,” dedim.” “İyi demişsin.” “Topu topu altı torba var burada.” “Tamam hemen işe koyulalım. Eldivenlerini giymeyi unutma. Parmak izin çıkmasın.” “Ben de ellerin kirlenmesin diyeceksin sanmıştım, yani.” *** Dııııt dııııt…dıııt dıııt…dıııt dıııt… Dııııt dııııt…dıııt dıııt…dıııt dıııt… “Ne oldu? Şişeyi kırdın mı yoksa?” “Yok, hiç kırar mıyım halacım. Öksürük şurubu şişesini ve de o küçük külahı ayrı ayrı torbalara koydum –tıpkı senin, trende yaptığın gibi – ve evde emin bir yere sakladım. “Onlar çok önemli. Zamanı gelince –ki mutlaka gelecek – kullanacağız. Sen ne diyecektin yavrucuğum?” “Yok bir şey, öylesine aradım halacım.” *** O gün telefonda söyleyemedim ama bence bu olaydan bir şey çıkmayacak. Ben abarttım biraz. Dedim ya halama benzedim iyice. Halam zaten hazır. En ufak bir işaret görse hemen hayal gücü çalışmaya başlıyor; olmadık şeyler üretiyor. Bak “Olaylar hızlanacak,” dedi. Nerdeee? İyice yavaşladı. Kim onun gibi düşünür? Herkes ne dendiyse kabul eder, işine gücüne bakar. ‘Nefes darlığı’ dendiyse nefes darlığıdır. Yooo, biz delil toplamalıyız. Ne olur ne olmaz. Cinayet gibi görünmeyen cinayetlerin, hatta henüz işlenmemiş cinayetlerin delillerini toplamalıyız. O anda çantamdan gelen Nilüfer’in muhteşem sesi ile düşüncelerim bölündü. Dünyaaa dönüyooor sen ne dersen de, yıllaar geçiyooor fark etmesen de, Dünyaaa dönüyooor sen ne der– Aceleyle çantamın açıp telefonumu çıkarttım. “Alo! Tony sen misin? Merhaba! Nasılsın?” ……. “Ben de iyiyim.” ……. “Halamın email adresi mi? Tamam, bir ona sorayım sonra seni ararım. Eminim izin verir ama yine de sormam lazım.” *** To: nimet1955@yahoo.com From: tony.barrington@gmail.co.uk Sevgili Nimet Hanım! Email adresinizi yeğeniniz Hande’den aldım. Size yazmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim. Keşke karşılıklı konuşabilseydik. Benim için çok hassas bir durum söz konusu. O yüzden size yazıyorum. Bana bir tek siz yardım edebilirsiniz. Sizi o trende gördüm, ne kadar hassas, dikkatli ve zeki olduğunuza şahit oldum. Sadece bunlar değil, ayrıca cesursunuz da. Kutunun dışında düşünebiliyorsunuz. İşte şu anda bana da tam böyle biri lazım; çünkü ne yazık ki bir türlü kutunun dışına çıkamıyorum. Sanki beynim durdu. Düşünemez oldum. Nimet Hanım bana yardım edebilir misiniz lütfen? Karım kayboldu. Onu bulamıyorum. Niye polise gitmediğimi merak ediyorsunuz eminim. Gidemem; çünkü aslında karım polisin gözünde ‘kayıp’ sayılmaz. Yani ortadan yok olmadı. Ondan mesajlar alıyorum. ‘Beni arama,’ diyor ama kendisi yok ortada ve nerede olduğunu bilmiyorum. Çok merak ediyorum. Lütfen yardım edin bana. Cevabınızı dört gözle bekliyorum. Saygılar; Tony. *** “Ne cevap vereceksin halacım?” “Zaten böyle bir şey bekliyordum.” “Gerçekten mi?” “Koskoca İngiltere’yi mumla arasalar benim gibisini bulamazlar.” “Ay, sen şimdi özel dedektif mi oluyorsun hala?” “Öyle gözüküyor.” “Valla sen yüz tane özel dedektife taş çıkartırsın… Ama sen para almıyorsun ki! Dermişim.” “Bak bu doğru yavrucum. Yürekte amatörüz ama beyinde profesyonel.” “Yazacak mısın ona?” “Sanırım evet; çünkü her şeyden önce ben de merak ediyorum karısına ne olduğunu.” “Buraya gelmen gerekmez mi peki?” “Şimdilik sanmıyorum. Hele orada senin gibi bir yardımcım varken!” “Ayy, teşekkür ederim benim canım halam!” “Yalnız çok dikkatli olman lazım kızım. Karşımızda azılı bir katil hatta katiller olabilir.” “’Katiller’ mi? Kokutma beni halacım!” *** To: tony.barrington@gmail.co.uk From: nimet1955@yahoo.com Sevgili Tony! Bana güvenmekle beni onurlandırdınız. Teşekkür ederim. Size yardım etmek isterim ama edebilir miyim bilemem. Her şeyden önce böyle yazışarak olmaz. Henüz Londra’ya gelmek için bir neden göremiyorum. O yüzden beni vatsaptan ararsanız sevinirim. Karşılıklı konuşmuş oluruz. Numaramı Hande’den alabilirsiniz. Hatta onunla beraber bir gün ayarlarsanız iyi olur. Ben de evde olurum. Üçümüz konuşuruz. Daha iyi olur. Saygılar; Nimet. *** Tony çok üzgün görünüyordu. Henüz yirmi gün olmuştu evleneli ve karısı ortadan kaybolmuştu. Ne diyeceğimi bilemedim. Halamın isteği üzerine bir kafede buluştuk ve oradan aradık. Kafe sessiz ve sakindi. Halam da kendine köpüklü bir kahve yapmış, gözlükleri gözünde, önünde not defteri, elinde kalemiyle vatsap ekranında bizi karşıladı. Ve hemen konuya girdi. “Karınızı en son ne zaman gördünüz, Mr Barrington?” “Bana Tony deyin lütfen. Onu en son dört gün önce gördüm. Beraberdik. Buraya yakın bir sanat galerisi var, oradaydık. Bir resim sergisi vardı. Onu geziyorduk. Birden, ‘Ben tuvalete gidiyorum,’ dedi ve bir daha geri gelmedi. Arkasından aradım; tuvaleti kontrol ettirdim; kapıdaki görevliyle konuştum hatta CCTV’ye bile baktırdım. Kendisi tek başına kapıdan çıkıp gitmiş. Telefonlarıma cevap vermiyordu, sonra mesaj yolladı ‘Arama beni,’ diye. Biraz zaman istiyordu.” “Aranızda bir şey oldu mu? Tartışma falan?” “Hiç bir şey olmadı. Her şey çok güzel gidiyordu. Çok mutluyduk…” Tony gözlerini ekrandan kaçırdı, yutkundu. “Resim sergisi şu an bulunduğunuz yere yakın mı dediniz?” “Evet, hemen burada, Bloomsbury’de.” “Açık mıdır şimdi?” Tony bana dönüp ‘Saat kaç?’ diye sordu. Ben de telefonumun ekranına bakıp cevap verdim: “Üç.” Tony, kendi telefonunun ekranındaki halama, “Açıktır,” dedi. “Acaba aynı sergi hâlâ devam ediyor mudur?” “Sanırım ediyordur. Bir ay sürecekti galiba. O zaman daha yeni başlamıştı.” “Sık sık resim sergilerine gider miydiniz, Tony?” “Evlenmeden önce de, hatta öğrenciliğimizde bile hep giderdik. Biz üniversitede tanıştık da.” “Anlıyorum. Eşiniz resim falan yapar mıydı?” “Yok, o yapmazdı ama ben yapardım, hâlâ yapıyorum, hobi olarak.” “Ne tür resimler yapıyorsunuz?” “Yağlı boya, bazen de akrilik.” Halamın böyle sorular sormasına bir akıl erdiremedim. Biraz sıkılmıştım, doğrusu. Halam, “Hadi kalkın da o galeriye gidin, orayı bir göreyim,” deyince bu öneriyi sevinçle karşıladım ne yalan söyleyeyim. Bizim kafe Bloomsbury Meydanı’nın bir yanındaydı, galeri de karşı tarafında. Ortadaki ağaçlıklı meydanda, çimenler üzerine herkes yayılmış, Londra’da en kıymetli olan şeyin, güneşin tadını çıkarıyordu. Meydanı tam ortadan yararak karşıya geçtik. Burası eski üç katlı, sıra sıra evlerin birinden bozma küçük bir galeriydi. Ahşap merdivenleri çıkarak serginin olduğu kata geldik ve vatsapı açtık. Halam karşımızdaydı. Tony, telefonunu salonda şöyle bir gezdirerek halama etrafı gösterdi. Halam, “Şimdi karınızın sizden ayrıldığı noktaya gidiniz lütfen,” dedi. Tony önce biraz düşündü, sonra bir iki adım atıp durdu. “Sanırım burasıydı.” “Emin misin?” diye sordu halam. “Evet, eminim. Hatta bu resim hakkında konuşmuştuk.” “Öyle mi? O resmi görebilir miyim acaba?” “Tabii,” deyip Tony resme zum yaptı. “En son ne konuşmuştunuz, hatırlıyor musun Tony? Gene başladık, diye içimden geçirdim. Bu sorulara ne gerek var? Halamın yöntemini anlamak mümkün değil, yani. Bazen uçuyor, diye düşünüyorum, valla! “Pek hatırlayamıyorum, galiba ben resmi çok beğendiğimi söylemiştim.” “Evet gerçekten güzel bir manzara.” Halam sırf Tony’e ayıp olmasın diye böyle söylüyor olmalı, diye düşündüm. Tablonun öyle ahım şahım bir güzelliğini görememiştim yani. Ben dalgın dalgın tabloya bakarken halam bana dönüp “Handecim o tablonun bir resmini çeker misin benim için lütfen?” dedi ve ekledi. “Çok beğendim.” *** “Allah aşkına halacım, o soruları niye soruyorsun? Adama karısının nereye gidebileceğini sorsana; Aileen’in teyzesinin bu durumdan haberi olup olmadığını sorsana; ya da Tony’nin kendi ailesine karısının kaybolduğunu söyleyip söylemediğini sorsana.” “Yavrucuğum onları senin soracağından emin olduğum için bir de benim kurcalamama gerek yok diye düşündüm.” “Nee, biliyor muydun benim soracağımı? Ama nasıl olur?” “Sen onu boşver de söyle bakalım o soruların cevaplarını.” Biraz canım sıkılarak açıklamaya başladım: “Karısının nereye gidebileceğine dair hiç bir fikri yokmuş. Ne Aileen’in teyzesine ne de kendi alilesine bir şey söylemiş. Telaş etsinler istemiyormuş. Onlar olanı biteni duymadan Aileen’in geri geleceğini ya da bizim onu bulacağımızı ümit ediyormuş.” “Peki, Aileen çalışmıyor muymuş?” “Bak onu da sordum. Ne kadar akıllıyım! Yani? Dermişim.” Biraz keyfim yerine gelmişti. “Hayır, çalışmıyormuş. Kriz yüzünden işini kaybetmiş. Brexit de cabası, bir türlü iş bulamıyormuş. Zaten biraz da o yüzden şimdi evlenmişler. Madem birimiz iş bulamıyor bari çocuk yapalım demişler.” “Tony ne iş yapıyor?” “Belediyede çalışıyor. Sanat projeleriyle ilgili bir işte.” “Peki, oldu. Şimdi senden hemen Tony’i bulup beni aramanı istiyorum. Onunla konuşacağım bir şey var.” *** Halamın gözlerinde şimşekler çakıyordu. Bağırmadan konuşmak için büyük bir çaba harcadığı belliydi. “Tony,” dedi. “Bana her şeyi anlatmanı istiyorum. Hiçbir şeyi saklamadan. Yoksa sana yardım edemem. Kim bu Desmond Lynch? Evet, komşunuz ve aile dostunuz ama gerçekte kim? Galerideki tablonun ressamı Henry Lynch ile ne ilişkisi var? Internette Henry Lynch hakkında bir çok bilgi edindim. Onun yaptığı tablonun önünde karına gerçekten ne söylediğini açıklayacaksın bana.” Pes doğrusu! Hiç imzaya dikkat etmemişim. Boşuna değil halam resmini çektirtip kendisine yollattı. Yani, ayakta uyuyorum. Üstelik internette ressam hakkında araştırma bile yapmış. Yok, benden dedektif medektif olmaz. “Ressam Henry Lynch benim asıl dedem,” dedi Tony. Tekrar konuşmadan önce derin bir nefes aldı. “Anneannem onunla kısa bir macera yaşamış ve benim annem olmuş. Annem doğduktan sonra hem komşu hem de yakın aile dostu olarak kalmışlar. Anneannemin kocasının bu maceradan hiç haberi olmamış. Teyzem ve dayımın babası anneannemin kocasıymış. Ortanca çocuk olan annemin babası ise Henry Lynch.” Ben ağzım açık hem Tony’i dinliyor hem de nasıl oldu da halam bu sırrı fark etti diye kafa patlatıyordum. Halam, “Peki Desmond Lynch kim?” diye sordu. “O, Henry Lynch’in karısından olan oğlu. Yani annemin üvey kardeşi, benim dayım; ama kimse bilmiyor. Desmond Lynch bile yeni öğrendi. Ben evleneceğimi açıklayınca annem ona sürpriz yaptı. Hep soyu devam etmiyor diye yakınırdı; kendisi hiç evlenmemiş de.” “Anladım,” dedi halam. Bense ipin ucunu kaçırmıştım. Limon olmamak için hiç sesimi çıkartmadım. Tony sözlerine devam etti. “Aileen’e, Henry Lynch’in yaptığı tablo önünde ‘Resim yapma yeteneği bana galiba dedemden geçmiş,’ diyerek ressamın benim asıl dedem, Desmond Lynch’in de dayım olduğunu açıkladım. Aileen doğal olarak şaşırdı, emin olup olmadığımı sordu. Ben de ona, ‘Dün elimize geçen DNA testi sonucu da bunu ispatlıyor,’ dedim. Karımdan bu gerçeği saklamak istemedim ve doğruyu söyledim. O da beni terk etti. Ama neden anlamıyorum. Sizce Aileen’nin beni bırakıp gitmesinin bu söylediklerimle bir ilgisi var mı?” “Sana bunu kim anlattı, yani Desmond Lynch’in babasının senin deden olduğunu? “Annem. Ona da anneannem anlatmış ama ailenin öbür fertleri bilmiyormuş, h da bilmiyorlar. Dediğim gibi Desmond Lynch de yeni öğrendi ama söz verdi kimseye söylemeyecek. Size de o yüzden bahsetmek istemedim ama Aileen’e karım olduğu için anlattım. Anlatmamalı mıydım yoksa?” “Belki de Aileen için senin dedenin kim olduğu önemli,” diyerek söze karıştım, sanki bir yerlerden yakaladım gibi hissederek. “Dedem yani Henry Lynch gazidir. İnternette okumuşsunuzdur. Her iki dünya savaşına da katılmış. Birinci dünya savaşında yaralanmış.” Halam düşünceli bir şekilde, “Evet ama bazı karanlık noktalar var…İrlanda ile ilgili. Orada iki sene, İngiliz istihbarat ajanı olarak, ‘Black and Tan’ adındaki bir kraliyet askerî örgütüyle çalışmış. Ve ne yazık ki bu örgüt hiç de iç açıcı işler yapmamış orada.” Ağzım açık kalakaldım. Kafam gene karışmıştı. “Bütün bunları internetten mi öğrendin halacım?” “Tabii yavrucum. Bu konuda ne kadar şanslı bir dönemde yaşadığınızı bir bilseniz.” “Evet, internette bunlar yazıyor,” diye onayladı Tony. “Sizce bütün bunların Aileen’in ailesiyle bir ilgisi var mıdır? Olsa bile… Nasıl diyeyim?… Yani…Yıllar önce olmuş bitmiş bir şey… Öyle değil mi?” “Topu topu yüz yıl olmuş.” Kulaklarım yanlış mı duyuyor acaba? Ne demek ‘Topu topu yüz yıl olmuş’? Yüz yıl bu! Dile kolay! Tony haklı işte! Her ne olduysa uzun yılar önce olmuş, diye tam içimden geçirmiştim ki halam sanki bütün bunları işitmiş gibi karşılık verdi. “Bin yıl önce bile olmuş olsa, bu tür haksızlıklar ve zalimlikler, üzerlerinde konuşulup tartışılmadıkça; duygular, düşünceler ortaya dökülmedikçe; olaylar araştırılmadıkça toplum ve bireylerin hafızalarında, basınç altında sıkışmış yeraltı suları gibi kilitli kalacaktır.” Halam gene anlaşılmaz olmaya başlamıştı. Bakalım bunun arkasından ne gelecek diye beklerken, “Bunu da anca yerinde anlayabiliriz,” diye sözlerine devam etti. “O yüzden Hande, sen ilk fırsatta İrlanda’ya gidip Aileen’in teyzesi ile görüşeceksin. Tony sen de bütün masrafları karşılayacaksın, tabii eğer karını bulmak istiyorsan. Ben de biraz örgü öreceğim. Sana kış için çetik örmeye başladım Handecim. Çok çetrefilli bir modeli var. Bakalım becerebilecek miyim?” *** “Ben bu işi çözdüm halacım.” “Nasıl çözdün yavrucum?” “Aileen’in teyzesi –bu arada adını hatırladım: Aoife McCalaugh- ile Tony’nin dayısı Desmond Lynch arasında bir ilişki var. Adamı nikahta görünce fırsattan istifade öldürmek istedi ama öldüremedi. Aileen, teyzesine neden böyle yaptığını sorunca da teyzesi ona her her şeyi anlattı. Adamla aralarındaki ilişki her ne ise, o kadar utanç vericiydi ki Aileen bunu kocasıyla paylaşamadı, ya da en azından şimdilik paylaşamadı. Fakat kocası, Desmond Lynch’in kendi üvey dayısı olduğunu açıklayınca ortaya çok daha çirkin bir durum çıktı ki kızcağız evliliğini bırakıp gitmek zorunda kaldı.” “Hiç fena değil, hiç fena değil,” dedikten sonra halam bana ördüğü çetikleri göstermeye başladı. “Dün gece ikisini de örüp bitirdim. Örneği çok zordu ama becerdim. Bugün resimlerini çekip bloğumda paylaşacağım.” “Çok güzel olmuşlar halacağım. Ellerine sağlık ama sen kendi çözümünü söylemedin.” “Bence daha fazla oyalanmadan hemen İrlanda’ya gitmen lazım kızım. Yoksa geç kalabiliriz.” “Ben de tam diyordum ki bu işi çözdüğüme göre artık Dublin’e gitmeme gerek kalmaz.” “Aaah! Dublin!…Dublin!… Kelimelerin havada asılı kaldığı kent. Yoldan geçen herkese, ‘What’s your story?’[1] diye sorabileceğin ve hikayelerini o güzelim barlarının, neşelerin en kederlisiyle dolu kuytu köşelerinde, siyah biralarını içerken dinleyebileceğin şehir.” “Ayy, şair oldun be halacım.” “Ahh ahh! Keşke ben de gelebilseydim. İrlanda müziğinin, insanın içini coştururken hüzünlendiren melodisini yöre çalgıcılarından dinleyip; edebiyatın kendini yeni baştan keşfettiği Dublin sokaklarında gezebilseydim.” “Tamam, tamam. Biletimi aldım yarın gidiyorum. Aoife McCalaugh ile de iletişime geçtim. Beni bekliyor.” “Bakalım onun hikayesi ne? Keşke daha iyi bir nedenle gidebilseydin. Neyse umarım geç kalmayız.” *** “Aaahh! Geç kaldık halacım, geç kaldık. Aoife McCalaugh öldü.” “Ne demek öldü? Öldürüldü desene.” “Hayır öldü. Bu sabah Dublin’e iner inmez, otele bile gitmeden Aoife McCalaugh’nın verdiği adrese gittim. Kapıyı çaldım. Kimse açmadı. Yolun karşısındaki komşu kadın dışarı çıktı. ‘Neredeyse iki gün olacak ortada yok. Telefonlarıma da cevap vermiyor, hiç böyle yapmazdı,’ dedi. O da merak etmiş. Komşu kadın, Aoife McCalaugh yaşlarındaydı. Zaten onun çocukluk arkadaşıymış. Bir süre adını seslendi, telefon etti falan, en sonunda polise haber verip bir çilingir getirtti. Evi aradık taradık, yok. Sıra sıra, bitişik evlerden, üç katlı bir ev. Bu arada söyleyeyim, ortalık dağınık; çekmeceler, dolaplar falan açıktı.Belli ki birisi bir şey aramış. Tam bırakıp gidecektim, komşusu bir çığlık attı. Pencereden doğru onu arka bahçede görmüş. Hemen arka bahçeye çıkan kapıyı açtık. Merdivenlerin dibinde Aoife McCalaugh’ı yatarken bulduk. Bulunduğu yer ağaçlarla, çalılarla çevrili olduğu için -bir de bahçeleri ayıran ahşap paravanlar çok yüksek ve sarmaşıklarla kaplı- kimse onu orada yatarken görememiş. Ben de çaktırmadan bir sürü resim çektim. En son cesedin orada çekiyordum ki polis fark etti –biraz acemiydi zavallı- ve ikimizi de kapı dışarı edip ambulans çağırdı. Fakat Aoife McCalaugh çoktan ölmüştü; çünkü kaskatıydı. Merdivenlerden düşmüş dediler. Merdivenler yüksek ve demirdendi. Yerde çamaşır sepeti, çamaşırlar falan vardı. “Yani cinayet değilmiş.” “Kaza.” “Sen neredesin şimdi yavrucum?” “O komşu kadının evinde. Bana çay yaptı. Sohbet ediyoruz. Dün bir adamın eve girdiğini görmüş. ‘Pek erkek ziyaretçisi olmazdı,’ diyor. ‘Acaba polise söylesem mi?’ diye bana soruyor. ‘Tabii,’ dedim. ‘Mutlaka söylemelisiniz.’” “Hande! Çok dikkatli olmanı istiyorum. Bana çektiğin bütün resimleri hemen yolla. Ha bir de komşudan adamın tarifini al. Ayrıca öğren bakalım adam eve zorla mı girmiş.” “Aa, bak onu sordum bile. Yok, adam zorla girmemiş. Kapıyı çalmış ve Aoife McCalaugh onu içeri buyur etmiş.” *** Kaldığım otel şehir merkezinin arka sokaklarından birinde. Küçük bir şey. Eskiden evmiş galiba. Bitişik iki ev. İkisini birleştirmişler. O yüzden iki giriş kapısı bulunuyor. Böyle oteller İngiltere’de de var ve ne zaman onlardan birinde kalsam içini keşfetmeyi çok severim; labirent gibi olurlar. Koridorun nereye çıkacağını kestiremezsin. Bir bakarsın öbür eve geçmişsin. Bu otelde de ilk işim merdivenleri, holleri, koridorları şöyle bir kolaçan etmek oldu. Otelin mimari planını iyice öğrenmeden kendimi evimde gibi hissedemem. Evimde gibi hissetmeyince de uyuyamam. Yarın Dublin’in merkezini keşfetmeye karar vererek yorganı üzerime çektim ve yorgunluktan iyice ağırlaşan göz kapaklarımı kapattım. Sabah erkenden yollara düştüm. Dubh Linn Bahçesi ilk gördüğüm yer. Dublin Kalesi’nin bahçesi. Kale 1204’de İngiltere kralı tarafından yaptırılmış. 1921’e kadar İrlanda, Büyük Britanya Krallığı’nın bir parçasıymış. Bak bunu bilmiyordum. Krallık, bu kaleden İrlanda’yı yönetiyormuş. Kale, şehrin tam ortasında. Mahzenleri falan var. İçi buz gibi. Sarayı andıran salonları da var tabii. Zaten şimdi İrlanda, yabancı devlet konuklarını ağırlamak için kullanıyormuş kaleyi. Kalenin arkadasındaki Chester Beatly Kütüphanesine de gittim. Bir çok dilden – Türkçe bile- çok eski el yazmaları var. Kanal boyunca gezdim, Guinnes birasından içtim. Güzelim Trinity Kolej’in ne yazık ki sadece kapısından baktım. İyice yoruldum. Yarın erkenden uçağım olduğu için otele dönüp dinlenmek istedim. Otelin küçük lobisini geçtiğimde saat üçtü. Lobideki adam başıyla selam verdi. Merdivenlere doğru yürüdüm. Kırmızı halı kaplı merdivenleri sessizce çıktım. Odama yaklaştığımda kapısının aralık olduğunu fark ettim. Belki temizlikçidir, diye düşündüm ama gayriihtiyarı elim çantama gitti. Telefonumu çıkarttım, şifremi yazıp fotoğraf çekmeye hazır vaziyete getirdim. Yarı aralık kapıdan birisinin bavulumu yatağın üzerine koymuş karıştırdığını gördüm. Sadece ellerini görebiliyordum. Yavaşça aralıktan telefonumu uzattım ve düğmeye bastım. O da ne? Kim bu telefonun sesini açtı? Fotoğraf çekerken düğmeye bastığımda ses çıkartmaması lazımdı, öyle ayarlamıştım. Şimdi ise ‘şak şuk’ diye, her tuşa basışımda ses çıkarıyor. Bavulumun içindeki eller durdu ve ben tabanları umduğumdan biraz erken yağlamak zorunda kaldım. Telaşla oradan kaçarken telefonumu düşürdüm, durup yerden almak için zamanım yoktu tabii. Deliler gibi koşuyordum. İyi ki otelin planını önceden keşfetmişim, nereye gittiğimi bilemezdim yoksa. Adam arkamda ben önde. Halıda ayak seslerimiz duyulmasa da eski bina derinden sallanıyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Nefes nefese lobiye geldiğimde “Yakalayın. Bu adam odama girmiş,” diye bağırdım. Fakat arkamda kimse yoktu. *** “İşte böyle halacım. Kendimi aptal gibi hissettim. Sonra benim isteğim üzerine polis çağırdılar, tutanak tutuldu. Önce telefonum bulunamadı ama bir saat sonra bahçede bulundu. Ne yazık ki fotoğraflar silinmişti.” “Adam mıydı kadın mı?” “Yani, gördüm desem yalan olur.” “Ama ondan ‘adam’ diye söz ettin.” “Evet aynen ama şimdi düşününce emin olmadığımı görüyorum.” “Peki, cesedin yanında çektiğin fotoğraflara baktın mı?” “Hiç vaktim olmadı. Umarım onları da silmemiştir.” “Eğer sildiyse ben sana yollarım. Resimlere iyi bak. Büyüterek bak. Yerde bir nazar boncuğu var. Senin Aileen’e aldığın hediye mi acaba, diye merak ettim.” “Tamam bakarım.” “Eğer öyleyse işler karışır.” “Aynen halacım! Fakat eğer Aileen, teyzesine gelmiş olsaydı komşusu bilirdi ve bana söylerdi.” “Sen gene de resimlere bir bak.” “‘Resimler’ dedin de, komşu kadın adamı tarif etti. Tarifine göre kime benziyordu biliyor musun? Şimdi güleceksin.” “Kime benziyordu?” “Jacob Brent’e.” “Şu önce koruma sonra bakıcı olan mı?” “Ta kendisi. Fakat adamın çok genel bir tipi var. Hatta herkes ona benziyor diyebiliriz. Emin olmak için düğün resimlerini gösterdim kadıncağıza ama içinde Jacob Brent’in de olduğu bir tane bile fotoğraf çektirmemişim ne yazık ki! *** Vatsapı kapattıktan sonra cesedin etrafında çektiğim resimleri arayıp buldum. Silinmemişlerdi. İyice büyütüp baktım. Gerçekten de Aileen’e hediye ettiğim nazar boncuğunun ta kendisiydi. İrlanda’da nazar boncuğu takma adeti olmadığı için bu kesinlikle Aileen’in boncuğuydu. Bu bilgiden henüz polisin haberi yoktu tabii. Teyzesinin ölümünde Aileen’in bir parmağı olabilir mi acaba, diye düşünürken telefonum çaldı. Dünyaaa dönüyooor sen ne dersen de, yıllaar geçiyooor fark etmesen de, Dünyaaa dö... Telefonun üzerinde yazan adı okuyunca dondum kaldım. Aileen arıyordu. Kalbim birden gümbür gümbür atmaya, ellerim titremeye başladı. Açma tuşuna bir türlü basamıyorum. Hay Allah! Kapatacak şimdi, derken becerdim açmayı. “Aloo? Aileen sen misin?” *** Aileen teyzesinin ölümünü duyunca ilk uçakla Dublin’e gelmiş. Komşudan da benim burada olduğumu ve yarın Londra’ya geri döneceğimi öğrenmiş. Benimle İrlanda Ulusal Kütüphanesi’nde buluşmak istedi. Demek daha Dublin’deki turistik gezim henüz bitmemiş, diye düşündüm. Kütüphane kaldığım otele çok yakındı ve neyse ki akşam yedi kırk beşe kadar açıktı. Uzun masalardan birine oturduk. Aileen çok solgun ve üzgün görünüyordu. “Sana bir şey göstereceğim,” dedi. Çantasından yıpranmış bir gazete kupürü çıkarttı. Tarihi 11 Ekim 1920’yi gösteriyordu. İrlanda bağımsız olmadan bir yıl önce diye düşündüm, bu sabah öğrendiklerimi hatırlayarak. “Bu benim annemin ve Aoife teyzemin dedesi,” dedi gazete küpüründeki fotoğrafı işaret ederek. “Ben tanımıyorum ama ölüm şekli ailede çok derin bir iz bırakmış.” Haberde Aileen’in büyük dedesinin, gece yarısı kapıya gelen kişilerce tek kurşunla alnından vurularak öldürüldüğünü ve cesedinin üzerine ‘Bu vatan haini, İrlanda Kurtuluş Ordusu tarafından infaz edilmiştir,’ yazılı bir not bırakıldığını anlatmaktaydı. Büyük anneannesi, ifadesinde buna inanamadığını, cinayeti ‘Kara ve Haki’ adındaki Büyük Britanya Krallığı’na ait askerî bir teşkilatın işlediğini söylüyor ve tarafsız mahkeme istiyordu. “‘Kara ve Haki’ mi?” “Evet. Giysileri siyah ve haki renkte olduğu için halk onları böyle çağırırmış ve adları öyle kalmış.” Kalkıp arşiv bölümüne geçtik. Bütün arşiv bilgisayara yüklenmişti. Önümüze başka bir gazete kupürü geldi: İngiliz makamlarının açtığı kamu davasında, mahkemeye büyük anneannesinin ifade vermek için çıkmadığını; çünkü mahkemeyi tarafsız görmediğini söylüyordu. “E peki kimin öldürdüğü bulunamamış mı?” “Mahkeme yoluyla bulunamamış ama Aoife teyzem, yıllar sonra yaptığı araştırma sonunda şunları öğrenmiş: O dönemde ‘Kara ve Haki’ denilen Birleşik Krallık’ın gönderdiği askerî teşkilat, işlediği cinayetlerde hep aynı yöntemi kullanmış. Bu teşkilattakiler o kadar pervasız, o kadar cüretkarmışlar ki cinayet işlerken yüzlerini bile kapatmıyorlarmış ve büyük anneannem silahı çekenin yüzünü görmüş. Önce iki oğlunun nerede olduğunu sormuşlar. Büyük dedem ‘Bilmiyorum,’ demiş. Oğulları, İrlanda Kurtuluş Ordusu için çalışıyorlarmış. Akabinde soruyu soran kişi silahını doğrultup büyük dedemi alnından vurmuş. Sonra da üzerine o notu iliştirip gitmişler.” Ben artık nefes bile almadan onu dinliyordum. “Bu olaydan aile içinde bir daha hiç söz edilmemiş. Büyük dedemin vatan haini olmasına imkan yokmuş ama ispatlayamamışlar. Fakat bir şey hariç.” Bu sefer başka bir gazete kupürünü gösterdi bilgisayarda. Bu da cinayetin bir iki gün sonrasına aitti. Cenaze merasimini anlatıyordu. Merasimin çok kalabalık olduğunu; İrlanda’nın bağımsızlığını isteyen, o zamanki bütün resmi kurumların resmen törene katıldıkların anlatıyordu. “Büyük anneannemin tek tesellisi bu olmuş,” dedi. “Bir vatan hainin cenazesine hiç bu kurumlar katılır mı?” diye bana sordu. “Sanırım katılmaz,” diye cevapladım, bu konuda zır cahil olduğumu sezerek. Kafam çok karışmıştı. Bugün ile geçmiş arasında kalmıştım. Alnımı ovuşturdum. Aileen, “Bu da sana göstereceğim son şey,” dedi ve çantasından kara kalem çizilmiş bir resim çıkardı. “Resim yeteneği benim aile tarafımda da varmış,” dedi acı acı gülümseyerek. Bu sanki Desmond Lynch’in genç halinin resmiydi. “Büyük anneannem çizmiş,” dedi. “Bu gazete kupürüyle birlikte hep saklamış. Tabii katil bulunamamış. Sonradan öldürülen ajanlar arasında da bu resme benzeyen biri çıkmadığından büyük anneannem katilin yaşadığından ve İngiltere’ye geri döndüğünden emin olarak ölmüş. O yüzden bu gazete kupürünü ve resmi, ölmeden önce, kızına o da Aoife teyzeme vermiş; çünkü annem çoktan evlenip İrlanda’dan ayrılmışmış. Aoife teyzem de iyice yaşlanınca burada sana gösterdiğim araştırmayı yapmış ve bu sonucu çıkarmış.” Ne güzel! Her şey kütüphanede bulunabiliyor, diye düşünmekten kendimi alamadım, aradan yüz sene bile geçse. “Ve Aoife teyzem, Desmond Lynch’i görünce hemen resim ile benzerliğini fark etmiş. Gerçekten de babasına çok benziyor. İnternette babası Henry Lynch’in gençlik fotoğrafını da buldum. Keşke bunları büyük anneannem görebilseydi. Gerçi görmediği iyi olmuş. Katilin sonradan elini kolunu sallayarak ortalarda gezdiğini, normal hayata dönüp ünlü bir bankanın yönetim kurulunda çalıştığını, ressam olduğunu öğrenseydi kahrından bir kez daha ölürdü.” “Doğru.” “Aoife teyzem bana bütün bunları daha önce Tonylerin evinde Desmond Lynch’i gördüğü zaman anlattı. Gazete kupürünü ve resmi bana o zaman verdi. Hep yanında taşırmış. Geçmişte olan bir şeyi hâlâ devam ettirmek istemedim ve belgeleri bir daha görmemek üzere kaldırdım. Fakat teyzemi pabda kadehe beyaz zehir koyarken fark edince beynimden vurulmuşa döndüm. “Boşver teyze,” dedim. “Adam zaten çok yaşlı, olan olmuş. Hem o değil ki katil. Onun babası öldürmüş büyük dedemi.” Zavallı teyzem şaşkın şaşkın baktı yüzüme, sanki bunları neden söylediğimi anlamıyormuş gibi. Ben da üstelemedim. Yaşlılığına verdim. Nasıl olsa onu engellemiştim; Desmond Lynch’i zehirleyememişti.” Aileen burada yutkundu, bakışları önünde kenetli ellerine kaydı. “Fakat Tony, Henry Lynch’in kendi öz be öz dedesi olduğunu söyleyince benim için işin rengi değişti. Daha fazla o evliliğin içinde duramadım. Nedenini ne Tony’ye ne de teyzeme anlatabildim. Herkesten uzaklaşmak istemiştim; sağlıklı düşünebilmek için.” “Nereye gittin?” “Londra’da bir arkadaşıma.” “Peki arkadaşında olduğunu ispatlayabilir misin?” “Tabii. Neden?” Resimleri gösterdim ona. “Zavallı teyzeciğim,” dedi. Nazar boncuğunu hemen tanıdı. “Onu kaybetmiştim,” dedi. “Hemen taktıktan sonra pabda düşürmüşüm.” *** “Geldin mi Londra’ya yavrucum?” “Daha yeni geldim halacım.” “Şimdi senin hemen, o çöpten topladığımız delilleri Scotland Yard’a götürmen lazım.” “Nasıl, yani?” “Scotland Yard’tan aradılar. Bana teşekkür mektubu yazan dedektif var ya –Oliver Small – o aradı. Dün Aoife McCalaugh cinayeti ile ilgili olarak İrlanda Polisi Scotland Yard’la ilişkiye geçmiş. O da senin adını görünce beni aramış. Belki bir şeyler biliyorumdur diye.” “Vayy be! Meşhur olduk desene halacım.” “Evet, dediğim gibi hiç oyalanmadan o çöpten topladığımız delilleri Scotland Yard’a götürmen lazım.” “‘Topladığım’ dermişim.” “Evet ‘topladığın’ güzel kızım.” “Fakat halacım, biz o delilleri olası bir Desmond Lynch cinayetini aydınlatmak için toplamıştık. Zavallı Aoife McCalaugh cinayetini nasıl aydınlatacaklar?” “Her şey birbirine bağlıdır yarucuğum. Ha bu arada, Dedektif Small’un dediğine göre İrlanda Polisi senin kaldığın otelin defterinde Tony Barrington’un adını bulmuş. Seninle aynı zamanda kalmış.” “Yani ben oteldeyken o da mı oteldeymiş?” “Öyle gözüküyor.” “İşte şimdi işler iyice sarpa sardı.” “Tam tersine yavrucuğum, uzaktan çok net gözüküyor.” *** “Aileen de, Tony de, Jacob Brent de Aileen’in büyük anneannesinin çizdiği resmi aramış olabilirler.” “Fakat halacım, Aileen dedi ya, resmi teyzesi vermiş ona.” “Aileen öyle söylüyor. Belki de teyzesinin evinde buldu.” “Nasıl yani? Daha önceden mi geldi Dublin’e?” “Olabilir.” “Yoksa…yoksa teyzesini, onun öldürmüş olabileceğini mi ima ediyorsun?” “Sana sadece her türlü olasılıkları değerlendirmeni söylüyorum. Hayal gücün geniş olmalı. Fakat öte yandan Tony de aynı amaçla hareket etmiş olabilir. Hatta o biraz daha ileri gidip senin odanı da araştırdı diyelim. Belki Aoife McCalaugh’un evinde bulamadı ve senin bir şekilde o kara kalem resme sahip olduğunu düşündü. Belki Aileen onu sana vermişti. Belki de onu dün evde sen buldun.” “Off hala yaa! İyice kafamı karıştırdın. Neye, kime inanacağımı şaşırdım.” “Jacob Brent’in de kendine göre nedenleri olabileceği kesin.” “Ne gibi?” “Kendinden çok önce babası, Henry Lynch’in korumasıymış. Yani babasının işini devam ettirmiş. Henry Lynch ölünce de onun oğlu Desmond Lynch’i korumaya devam etmiş. Zamanla korumadan çok bakıcı olarak bir tür ailenin bir ferdi haline gelmiş. Dedektif Small’un demesine göre Desmond Lynch, düğünden önce vasiyetinde değişiklik yapılması için baş vurmuş ve tahmin et bakalım değiştirmek istediği vasiyetinde her şeyi kime bırakıyormuş?” “Jacob Brent’e.” “Aferin benim akıllı kızım.” “Yani diyorsun ki bu üç kişi de neredeyse yüz yıl önce işlenen bir cinayeti kapatmak için katilinin resmini ele geçirmeye çalışmış olabilirler. O yüzden de üçü de Aoife McCalaugh’u isteyerek ya da istemeden öldürmüş olabilirler.” “Evet.” “Fakat o zaman neden Aileen, resmi bana göstersin ve de herşeyi anlatsın?” “Bunun cevabını sen ver.” “Teyzesinin katili olma şüphelerini kendinden uzaklaştırmak için.” “İşte sana ikinci bir aferin benim akıllı kızım.” “Ama katili bulamadık ki!” “Çünkü henüz bütün deliller ve bilgiler elimizde değil yavrucum. Eğer bir hikaye yazsaydık bu üç sondan hatta dört sondan biriyle sonuçlandırabilirdik.” “Dördüncüsü nedir?” “Aileen ile Tony’nin birlikte hareket etmeleri.” “Ama o zaman sana niye başvursunlar?” “Bunun da cevabını gene sen ver bakayım.” “Kendilerini masum göstermek için.” “Üçüncü bir aferini hak ettin yavrucum. Dediğim gibi eğer bir hikaye yazsaydık bu dört sondan biriyle sonuçlandırabilirdik fakat yaşamın kendisi mantık yürütmekten çok daha karmaşık. O yüzden delillerin ve hislerimizin yol göstericiliğine ihtiyacımız var. Şimdi bu üç kişiyle de yüzyüze konuşmuş, onları az çok tanımış biri olarak söyle bakalım. İngilizlerin deyimiyle ‘What is your gut feeling?’[2] Sence bu dört senaryodan hangisi olmuş olabilir?” “Bence ne Aileen ne de Tony katil olabilir. Geriye bir kişi kalıyor ama delil yok.” “Bekle, o da gelir yavrucum.” *** “Halacım halacım nerelerdesin? Arıyorum arıyorum çıkmıyorsun.” “Yavrucuğum kermesteydim. Örgü yarışmasında jüri üyesiydim de. Kusura bakma.” “Aileen beni aradı. Tutuklanmış.” “Heyecanlanma benim güzel kızım. Ne olmuş? Yavaş yavaş anlat.” “Aileen, teyzesinin cenazesi için polisle iletişime geçmiş. Tabii boncuğun kime ait olduğunu sormuşlar. O da ‘Benim,’ demiş ve İrlanda Polisi de onu hemen tutuklamış.” “Merak etme bir şey olmaz çünkü cinayet sırasında nerede olduğunu ispatlayabiliyor, öyle değil mi?” “Evet. Bana Londra’da arkadaşında olduğunu söylemişti.” *** “İyi günler Nimet Hanım.” “İyi günler Dedektif Small.” “Beklediğiniz laboratuvar sonuçları geldi. Kağıt külahta Aoife McCalaugh’nin parmak izleri, içinde de toz şeker kalıntıları çıktı. Öksürük şurubu şişesinde ise Jacob Brent’in parmak izleri, içinde de etiketinde yazılı şuruptan kalıntılar bulundu. Şimdi bu bulguları nasıl değerlendireceksiniz? Onu soracaktım.” “Hemen, hiç vakit kaybetmeden Jacob Brent’i, Desmond Lynch’i öldürmeye teşebbüsten tutuklamalısınız. Ve ayrıca son günlerde Dublin’e gidip gitmediğini sorun.” *** “Halacım bil bakalım yanımda kim var?” “Aaa, merhaba Aileenciğim. Nasılsın? “İyiyim Nimet Hanım. Yardımlarınız için çok teşekkürler.” “Ne demek sözü mü olur?” “Halacım, Jacob Brent’i tutukladılar ya. İşte ona senin istediğin gibi Dublin’e gidip gitmediğini sormuşlar. ‘Gitmedim’ demiş tabii. ‘Bana ne soruyorsunuz bu soruları. Gidip Aileen’e sorun,’ demiş. ‘Benim değil onun boncuğunu buldular,’ diye de ağzından kaçırmış. Tabii Dedektif Small hemen ‘Sen nereden biliyorsun Aileen’nin boncuğunu bulduklarını? Yoksa sen mi bıraktın onu oraya?’ diyerek onu bir de Aoife McCalaugh’ı öldürmek suçundan tutuklamış.” “Çok güzel.” “Zaten bu arada oteldeki ve havaalanındaki CCTV kameralarında görüntüsü çıkmış. Ayrıca otel çalışanları ve komşu kadın da Jacob Brent’i teşhis etmişler.” “Ooo, deliller de tamam.” “Evet. Hadi şimdilik bay bay halacım. Biz Covent Garden’a gezmeye gideceğiz.” “Gülü güle. Size iyi eğlenceler o zaman.” *** “Valla halacım, ne yalan söyleyeyim, Jacob Brent’in Aoife McCalaugh’u neden öldürdüğünü bir türlü anlamadım.” “Aslında esas amacı, belgeleri özellikle resmi bulup yok etmekti. Aileen, pabda teyzesiyle konuşurken resmin onda olduğunu duydu. Bu önemli bir belgeydi. Bugün yargı sürecini tekrar başlatabilirdi. Jacob Brent, babasından devraldığı işine çok sadıktı. Koruması olduğu Henry Lynch’e onu her zaman – ölümünden sonra bile – koruyacağına dair söz vermişti. Bu sözü tutmak için ta Londra’dan kalkıp Dublin’e geldi. Aoife McCalaugh ile tartıştılar. Aoife McCalaugh da tartışmak, yapılanları haykırmak istiyordu. Tıpkı yıllar önce anneannesinin yetkililere yaptığı gibi. Ayrıca resmi çoktan Aileen’e verdiği için Aoife McCalaugh’un içi rahattı. Jacob Brent’i kapıda görünce içeri buyur etmekten çekinmedi.” “Diyorsun ki düğünde söyleyemediklerini söylemek, içini boşaltabilmek için onu evine kabul etti.” “Evet. Onu sadece komşu kadın değil, otelde çalışanlar da gördü. Hepsinin tarifi Jacob Brent’e uyuyordu fakat adını otel defterine ‘Tony Barrington’ diye yazdırmıştı. Uçak biletini de onun adına almış, pasaportunu bile ayarlamıştı. Onun işinde çalışanlar için bu zor olmasa gerek. Ayrıca sence ilginç değil mi? Onu, odanda valizini karıştırırken yakaladığın zaman çektiğin fotoğrafları, senin telefonundan silmiş ama cesedin yanında çektiklerini silmemişti.” “Aynen.” “Hem Tony Barrington’u hem de Aileen’i suçlu göstermekti niyeti. Neyse ki yakalandı ve suçunu daha doğrusu suçlarını itiraf etti. Biliyorsun Desmond Lynch’i zehirlemeye çalışan da oydu. Şurup şişesindeki parmak izi bunu ispatlıyor. Ayrıca evinde aynı şuruptan açılmamış bir sürü şişe bulundu.” “İşte bunu da tam olarak anlamadım, yani.” “Jacob Brent, Desmond Lynch’i mirasında değişiklik yapmasına fırsat bulamadan içkisine öksürük şurubu katarak zehirlemeye çalıştı. Hastanede solunum yetmezliği teşhisi koydular; çünkü öksürük şurubu alkolle karışınca o şekilde etki gösterip bir süre sonra öldürüyor. Eğer acilen Dublin’e gitmek zorunda kalmasa son damlaları da yaşlı adamın dolaşım sistemine katacaktı ama işi yarım kaldı. Böylece Desmond Lynch paçayı kurtardı.” “Ne kadar ilginç. Bir yandan Henry Lynch’in işlediği cinayeti kapatmaya, bir yandan da onun oğlu Desmond Lynch’i öldürmeye çalışıyor.” “Fakat her ikisi de kendi çıkarı için son tahlilde. Öyle yapmasa, birinde babasının ve kendisinin ömrünü adadığı bir adamın, bir savaş gazisinin aslında bir katil olduğu açığa çıkacak; diğerinde de büyük bir mirastan yoksun kalacaktı. Bildiğin gibi Desmond Lynch, evlilik hediyesi olarak mirasının büyük bir kısmını Tony’e bırakma kararı almıştı. Soyunu sürdüreceği için. Daha önce hepsini Jacob Brent’e bırakıyormuş.” “Desmond Lynch mirasını değiştirebilmiş mi bari?” “Evet, hastaneden çıkınca ilk işi o olmuş.” “İyi ki çöpleri karıştırmışız, yani.” “Evet. Yapılan tahlil sonucundan anlaşıldığı gibi zavallı Aoife McCalaugh sadece kendi kokteyline biraz toz şeker katmak istemiş, o kadar.” “Evet şekere düşkünmüş. Benden de lokum istemişti. Olan Aileen ile Tony’nin evliliğine oldu, yani!” “Bir de Aoife McCalaugh’a”, dedi halam örgüsünü masaya bırakarak. “Fakat sen olmasan halacım ne İrlanda polisi ne de Scotland Yard bu işi çözebilirdi.” “Biz olmasak yavrucum, biz olmasak.” ___________________________ [1] Senin hikayen nedir? [2] Yüreğin ne hissediyor? Necva ESEN. | |
|
Teswirleriň ählisi: 0 | |