21:32 Tilda ve diğerleri -7: Bir Amy Winhouse hikayesi | |
TİLDA VE DİĞERLERİ -7
Detektiw proza
▶ BİR AMY WINEHOUSE HİKAYESİ Tilda ve diğerleri bu sefer İngiltere’ye gidip Amy Winehouse’ın doğduğu yer olan Camden’a selam çakıyorlar. Genç yaşında aşırı alkol kullanmaktan öldüğü düşünülen aslında aşkını ve yalnızlığını müzik notalarına dokuyarak aşırı hüzünden ölmüş olan Amy’nin müziği kimi etkilemez ki? Hele bu kişi genç ve yakışıklı dedektif asistanı Mehmet ise? Ve kahraman kedi Basti bu sefer başbakanlık düzeyinde görüşmelerde bulunursa? Başlarına neler gelebilir? ● Dikkat! Bu hikaye 18 yaşından küçükler için uygunsuz bilgi ve kelimeler içerebilir. Previously on Tilda ve Diğerleri: Sol gözü morarmış, kaşı ve dudağı patlamıştı. Anlaşılan Mehmet, İngiltere’de kaldıkları 22 saat boyunca Haiti tarihini yalayıp yutmaktan başka işler de karıştırmıştı. İstanbul Gaziosmanpaşa’da Haitili üç anne ve üç bebeği ölü bulunmuştu. Komiser Okan, Dedektif Tilda ve asistanı Mehmet bu cinayetlerin failini takip amaçlı İstanbul’dan Haiti’ye kadar uzun bir yolculuk yapmışlardı. Haiti’de kendilerine Albay Nakon Hababe rehberlik etmişti. “Demek katil zanlısını nerelerde arayacağımızı biliyoruz,” dedi Komiser Okan. “Evet ama bir Türk, bir Kürt, bir Ermeni, bir Katolik ve Vudu’ya inanan Haitili, fıkra gibiyiz. Kendimizi açık etmeden nerede ne arayabiliriz ki?” diye sordu Tilda. Sonunda Albay Nakon Hababe ile işbirliği yaparak katili bulmayı başardılar. Türkiye’ye dönmek üzere ilk aktarmalarını Miami’de yaptıktan sonra Londra’ya inmek üzereydiler. *** Suadiye Hamiyet Yüceses sokağın köşesindeki dedektiflik bürosu sahibesi Tilda Ahırkapı, asistanı Mehmet Cinozoğlu ve Komiser Okan Raffag, Haiti’ye giderlerken de aktarma yapmak için Londra’ya inmişlerdi. Mehmet ve Komiser Okan’ın bu 22 saatlik bekleme süresini Havaalanı Oteli’ndeki odalarında tıkılıp kalmak yerine, otelin barında sohbet ederek geçirmek istemeleri onlara bayağı pahalıya patlayacaktı. *** Ekibin Haiti’ye yola çıkmasından 18 saat sonra Suadiye’deki dedektiflik bürosuna özel kurye ile İngiliz Başkonsolosluğundan bir evrak geldi. Evrak, Londra Metropolitan Polisi’nin havaalanları güvenliğinden sorumlu ünitesi olan Aviation Security Operational Command Unit kısa ismiyle ‘SO18’ tarafından ‘acil’ ibaresi ile gönderilmişti. Mehmet Cinozoğlu ve Okan Raffag isimli şahıslar adına Heathrow Havaalanı İçtüzüğü madde 3.12, 3.15 ve 3.17’ye istinaden tutuklama emri çıkarılmıştı. Tilda’nın makyöz arkadaşı Tijen Hanım evrakı kabul edip okuduktan sonra kendi kendine söylendi: “Bir işi de bensiz yapabilseler dişimi kıracağım. Kim bilir ne derde soktular başlarını oralarda!” Tijen Hanım, Tilda ve diğerleri yurt dışındayken arayan soranla ilgilenmek ve büronun siyah-beyaz erkek kedisi olan Basti ile mülteci anne Pembu ve üç yavrusuna bakmak üzere İstanbul’da kalmıştı. Apar topar apartman görevlisinin kapısına koştu ve acilen İngiltere’ye gitmesi gerektiğini söyledi. Görevli omuz silkti: “Tijen Ablacığım, ben ana kedi ve yavrularına bakarım ama o siyah-beyaz kediye hiç yanaşamam haberin olsun. Gideceksen onu da götür İngiltere’ye.” *** Uçağın tekeri Heathrow Havaalanı’ndaki piste değer değmez uçaktaki kimsenin inmeye kalkışmaması için uyarı anonsu yapıldı. Uçak durduğunda havaalanı polislerinden bir ekip Komiser Okan ve Mehmet’i gözaltına aldılar. Haklarında 5 gece önce Havaalanı Oteli’ne ait barda kavga çıkarmak ve iki İngiliz vatandaşını yaralamak suçları isnat edilmişti. Havaalanındaki polis istasyonunda kısa bir süre tutulduktan sonra Paddington Green Polis İstasyonu’na sevk edilen Komiser Okan ve Mehmet’in peşinden giden Tilda, 222 Marylebone caddesindeki The Landmark London oteline yerleştiğinde yerel saatler 15.36’yı gösteriyordu. Kapısı çalındı ve karşısında beliren genç kadın kendini Shula Cohen olarak tanıtıp, telefonundaki Twitter uygulamasından ‘Larry the Cat’ isimli kullanıcının sayfasını göstererek “Bundan haberiniz var mıydı Miss Tilda?” diye sordu. O dakikalarda, İngiltere Başbakanının resmi konutu olan Downing Sokağı 10 numarada yaşayan 12 yaşındaki erkek kedi Larry’nin yerel saatle 15.26’da, @Number10cat isimli Twitter hesabından attığı şu tivit İngiltere’de RT (retweet) edilme rekoru kırıyordu: “Başbakanlık binasının resmi fare yakalayıcısı olarak ben, Larry, Türkiye’den gelen siyah&beyaz hemcinsimle tanışmaktan gurur duydum. Basti, İstanbul’da bir dedektiflik bürosunun sahibi olan Tilda Ahırkapı’nın ortağıdır ve buraya dedektif asistanı Mehmet Cinozoğlu ve iki İngiliz arasında yer almış bir yanlış anlaşılmayı çözmeye gelmiştir.” *** “Mehmet ve Komiser hakkındaki tutuklama kararını okuduktan sonra yerimde oturabileceğimi mi sanıyordun?” dedi Tijen Hanım. “Demek yardım etmeye geldin öyle mi?” diye sinirlendi Tilda. “Ta Türkiye’den! Elinde bir kedi kutusuyla! Bize yardım etmeye mi geldin?” “Basti artık yaşlı ve duygusal bir kedi. Onu sen bana emanet ettin ama ben kimseye emanet edemezdim. İngiltere Avrupa Birliği ve bazı ülkeler hariç evcil hayvan kabulü yapmıyor. Sonunda Basti ile Bulgaristan’a bir kara yolculuğu yapıp, AB üyesi Bulgaristan’dan Basti’ye çip taktırıp, gerekli aşılarını tamamlatıp, bir de pasaport çıkartırınca gelmemiz için hiçbir engel kalmadı,” diye devam etti Tijen Hanım. İçine düştüğü çaresiz durumu açıklamaya çalışıyordu. “Onu anladım da 25 yıllık kadim dostumla, 15 yıllık kedim, İngiltere Başbakanlığı resmi konutunda ne yapıyordunuz Allah aşkına?” diye kükredi Tilda. Her zaman saygı ve sevgi çerçevesinde yürüyen ilişkilerinde, neredeyse annesi yaşındaki kadına ilk defa sesini bu kadar yükseltmişti. Koltuğa çöktü. Sinirlerine hakim olmaya çalışıyordu. Mehmet ve Komiser Okan’ın havaalanında gözaltına alınması yetmiyormuş gibi bir de Tijen Hanım’ın dikkatsizliği yüzünden başbakanlık konutuna kaçan Basti sayesinde, diplomatik bir çözüm mü yoksa kriz mi yaratacağı belli olmayacak bir maceraya atılmışlardı. “Sakin ol kuzum. Umarım düşündüğün gibi olmaz. Bak Londra basını şimdiden Basti’yi çok sevdi. Double Tree by Hilton Londra Oteli’ne girdiğimde internetten evcil hayvan kabulü yaptığı belirtilen otel, biz fiilen otele girince Basti’yi kabul edemeyeceklerini bildirdi. Sinirimden kendimi sokağa attım, tabii Basti de kutusunda ve yanımda idi. Abingdon Caddesi’nde yürüdüm. Ben London Eye hizasına gelip de sağa sola bakınırken, senin Basti, kutusunun kapağını gevşetip caddeye fırladı. Parliament Caddesi’nden mucize eseri karşıdan karşıya geçti. Downing Sokağı’nı yaya girişine kapatmak için konmuş yüksek demir parmaklıklarından içeri sızdı. Bir çıkmaz sokak olan Downing’in sonuna gelince polislerin şaşkın bakışları arasında o sırada kapısı açık olan başbakanlık konutuna daldı. Polisler, elimde kedi kutusuyla caddenin karşısında bakakalmış beni barikattan içeri davet ettiler. Basti ve benim pasaportumu aldılar. İngiltere’ye ziyaret sebebimi sordular. Biz size haber veririz dediler ve beni bıraktılar!” Tijen Hanım’ın İngiltere’ye geliş hikayesi işte böyleydi. O tüm bunları anlatmaya başlamadan önce Shula Cohen isimli kadın Tilda’ya bir not bırakıp odayı terk etmişti. “Giden kadın da kimmiş, ne istiyormuş?” diye sordu Tijen Hanım. “Shula Cohen!” dedi Tilda, kadının notunu uzatırken. “O Shula Cohen mi? Hani şu Yahudi kadın casus_” Tilda, Tijen Hanım’ın sözünü keserek “Şşşş. Sessiz ol. O değil elbet. 21 Mayıs 2017’de vefat eden Shula Cohen’in torunu olduğunu söyledi. Biraz manik-depresif tavırları var. Amy Winehouse’ın ölümünün intihar olmadığı görüşünde. Araştırmamı istediği şeyler varmış,” dediği anda Tijen Hanım’ın telefonu çaldı. Arayan Londra Şehri Polis Teşkilatı’na ait bir memurdu. Başbakan Thereza Nay’in bugün konutuna giren kedinin sahibi ile beş çayı içmekten keyif alacağını bildiriyordu. Neşesi yerine gelen Tilda kahkahayı patlattı: “Seni dedektiflik büromun resmi makyözü ve protokolden sorumlu kişisi ilan ediyorum! Madem Basti’yi elinden kaçırıp başımıza böyle bir iş açtın, git Thereza Nay’le beş çayı iç. Ben bu Shula Cohen’in derdi neymiş onu öğreneceğim.” *** Basti, kutusunun kapağını gevşetip caddeye fırladı. Parliament Caddesi’nden mucize eseri karşıdan karşıya geçti. Downing Sokağı’nı yaya girişine kapatmak için konmuş yüksek demir parmaklıklarından içeri sızdı. Bir çıkmaz sokak olan Downing’in sonuna gelince polislerin şaşkın bakışları arasında o sırada kapısı açılmış olan başbakanlık konutuna daldı. Soluğu büyük salonda alan Basti, o sırada serbest gezen başbakanlık kedisi Larry ile karşılaşınca önce sırtını kabarttı. Sonra Larry’nin sakin yaklaşımı sayesinde dünyanın neresinde olduğunu umursamaksızın arkadaşının az önce kokusunu aldığı yemek kabına doğru hızlıca yürümeye başladı. “Biz İngilizleri soğuk olarak biliriz ama siz de kediniz de çok misafirperversiniz,” dedi Tijen Hanım 125 yıllık porselen çay fincanından İngiliz çayını yudumlarken. Brexit meselelerinden bunalmış olan Thereza Nay, bu dört ayaklı misafiri sayesinde basının ilgisini başka yöne çekmekten memnun görünüyordu. Tijen Hanım devam etti: “Kedinin asıl sahibi Tilda Ahırkapı, geçen sene bir dedektiflik bürosu açtı. Komiser bey ve asistanı ile Türkiye’de işlenmiş bir cinayetin Haiti’deki zanlısını yakalamak için giderlerken Heathrow havaalanında tatsız bir olay yaşanmış. Bir de Amy’in ölümünün araştırılmasını isteyen bir kadın var şu anda. O da ayrı mesele.” “Hangi tatsız olay? Hangi Amy? Bana her şeyi baştan anlatın kuzum. Bu arada siz de dedektifsiniz sanırım,” dedi Thereza Nay. “Hayır, ben büronun resmi makyözü ve protokolden sorumlu kişisiyim,” diye cevap verdi Tijen Hanım. “Demek profesyonel makyözsünüz,” dedi Thereza Nay gülümseyerek. *** He walks away the sun goes down / He takes the day but I’m grown / And in your way in this blue shade / My tears dry on their own // O gider ve güneş kaybolur / Günümü mahveder ama artık büyüdüm / Ve senin yolunda, bu hüzünlü gölgede / Gözyaşlarım kendiliğinden kurur. Amy Winehouse Shula Cohen, öldüğü gün olan 23 Temmuz 2011’den beri Amy’nin ölümünü araştırıyordu. Ve intihar değil cinayet olduğundan şüpheleniyordu. Shula, bu araştırma için Tilda’yı getirebileceği en iyi yere, The Good Mixer Bar’a getirmişti. Çünkü Amy’ye göre hayatının erkeğiyle, Shula’ya göre ise Amy’nin hayatını mahveden erkekle tanıştığı yerdi burası. Bu sırada Komiser Okan ve Mehmet İngiliz polisi tarafından hala gözaltında tutuluyorlardı. Tilda: İngiltere. Londra. Camden Town’da bir bar. Amy Winehouse çalıyor. Ne kadar hüzünlü sözler. Daha önce hiç dikkat etmemiştim. Belki de bu kadına kulak vermem için bu Camden denen İngiliz müziğinin başkentine gelmem gerekiyordu, kim bilir? Perşembeleri Amy’ye saygı duruşu vardır burada, diyor Shula. Ondan ve cazdan başka bir şey çalınmaz. Sonra bana Amy’nin hikayesini anlatmaya başlıyor: Shula Cohen:14 Eylül 1983’te Londra’nın kuzeyinde Southgate’te dünyaya gelen minik bir Yahudi kızıydı Amy. Kendi minik ama henüz farkında olmadığı sesi kocaman. National Youth Jazz Orchestra ile Moon River’ı söylerken daha 16 yaşında. Caz söylerken Nick Syhmansky onu keşfedip bir demo kaydediyor. 2002’de Island Records ile anlaşma imzaladıktan sonra annesinin evinden ayrılıp Finchley’de arkadaşı Juliette ile bir ev kiralıyor. 20 Ekim 2003 tarihli Frank isimli albümündeki ilk hiti ‘Stronger than me’ şarkısını o zaman kendinden yedi yaş büyük olan sevgilisi Chris Taylor için yazıyor. Bu şarkıdan başlayarak kendinden daha güçlü bir erkeği, aslında ona sonsuza dek sahip çıkacak, yol gösterecek bir baba figürünü arıyor. Çünkü babası, Amy dokuz yaşındayken evi terk etmiştir ve ergenlik yıllarını onu hiç görmeden atlatacaktır. ‘What is it about men’ şarkısında da dediği gibi, ‘Annemin nefret ettiği her şeyi taklit ederken, kaderimin Freud benzeri olduğunu kanıtlamaktan öteye gidemedim.’ Sonra 2005’te Camden’a taşınıyor, Blake’le tanışıyor ve hayatı değişiyor. Tilda: Tüm o ‘British accent’ yani İngiliz aksanıyla sarhoş olmuş durumdayım. Sanki İngilizce değil de başka bir dil konuşuyorlar ve ben yeni öğreniyorum. O kadar hızlı öğreniyorum ki, günün sonunda tam da onlar gibi konuşuyorum. Bu dil, bu şarkılarla birleştiğinde sarhoş edici bir tat bırakıyor insanın ağzında. Ya da bu sadece Amy’nin sözlerinin gücüydü. Yaşadığı her şey baş döndürücü derecede acıklı, her an ağlatabilecek kadar hüzünlü ama bir anda insanı gülme krizine sokabilecek kadar gerçekti. Elim saçıma gitti. Kocaman bir topuz vardı kafamda. Tıpkı Amy’ninki gibi. Ve gözlerimde göz pınarlarıma doğru çekilmiş Kleopatra-vari eyeliner’lar. Aynaya baktım. Artık tam da ona benziyordum. *** Komiser Okan ve Mehmet’in o gün İngiltere’ye indikleri anda gözaltına alınmalarına sebep, beş gece önce Havaalanı Oteli’nin barında yaşananlardı. Gecenin sonunda ödeme yapmak için100 dolar uzatan Mehmet’e barmen,‘F.cking Christ’s sake, this is the UK not the US! And we only accept money with the Queen on it, not this f.cking American shit! / İsa aşkına burası Birleşik Krallık, Birleşik Devletler değil! Ve biz burada sadece üzerinde Kraliçenin resmi olan para kabul ederiz, bu Amerikan pisliğini değil!’ diyerek hayatının hatasını yapmıştı. Mehmet ‘Sen bir hamlede birden fazla F’li küfür ederek istihkakını doldurdun!’ diyerek adama girişmişti. Komiser koşup araya girene ve üzerine çullanmış olan iki barmenden Mehmet’i ayırana kadar iş işten geçmiş, üç adamda da kaş göz morarmıştı. O akşam el sıkışıp olayı ucuz atlattıklarını sanarak bardan ayrılmışlardı. Ama bar müdürü, iki barmenin yüzünün halini görünce direkt polise şikayette bulunmuştu. Kamera kayıtlarından kişiler tespit edilerek resmi işlem yapılmış, tutuklama kararı tam da Tilda ve diğerlerinin Haiti’ye gidecek olan uçağı havalandığı anda imzadan çıkmıştı. Kararın e-imzalı kopyası, İstanbul’daki İngiltere Başkonsolosluğu aracılığıyla Mehmet Cinozoğlu’nun vize işlemlerinde belirttiği iş adresi olan dedektiflik bürosuna gönderilmişti. *** I don’t think your ability to fight has anything to do with how big you are. It’s to do with how much anger is in you / Bence savaşmakla ilgili kabiliyetimiz yaşımızın ne kadar büyük olduğuyla değil, içimizde ne kadar öfke olduğuyla ilgili. Amy Winehouse Tilda: 14 Şubat kırmızı kalpleri, ayıcıkları ve baloncukları doluydu her yer. Sevgililer ve sevgili olma ihtimali olanlar çok mutluydu. Sürpriz hediyeler planlanıyor, o akşam için giyecekten yiyeceğe her şey görücü usulü birleşme için… CLICK TO TWEET Kapitalizmin yalnızlara pazarlayabileceği tek bir şey vardı: gerçek şarkıların içindeki gerçek hüzün. Ben, bu hüzünden payıma düşeni çoktan almış, önce kendi becerimle, sonra Tijen Hanım’ın profesyonel yardımıyla muhteşem bir Amy cosplay’i oluşturmuştum. Neden bilmiyorum, saçım onun gibi olunca, gözlerim onun gibi bakınca onu daha iyi anlayacağımı sanıyordum. Shula beni karşısında Amy’nin tıpkısı gibi görünce önce biraz afalladı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi devam etti anlattıklarına: Shula Cohen: Seni gördüğüme sevindim. Ben zaten ölmediğini biliyordum. Back to Black şarkında ‘I died a hundred times’ desen de sana inanmamıştım. Bir erkek için 100 kere ölünür mü? Hem de seni eski sevgilisi için terk etmiş olan o değersiz Blake için? Bir de ona Baby diyordun! Ah akılsız seni! Ne oldu bak? Sen ikinci albümünü yapıp dünya çapında meşhur olunca o da geri döndü sana. Ne için? Paran ve şöhretin için elbet. Peki ya baban? Çocukluk yıllarında seni aramamış sormamış olan baban ne yaptı? Sana geri dönüp menajerliğine soyundu! Ama o senin sevgini kazanmak için değil, sadece sesinle kazanıp bir kuruşunu bile umursamadan havaya savurduğun paraları yakalamak için Süper Mario Bros gibi peşinden zıplıyordu. Rehabilitasyona ihtiyacın var dedikleri zaman, kızımın bir şeyi yok dedi. Hayatını mı kurtardı? Hayır. Sonra sen Rehab şarkını yazdın: ‘My daddy thinks I’m fine’. Blake ne yaptı? Ne zaman rehabilitasyona gitsen seni daha fazla zehirlemek için odana gizlice girdi. Tilda: Yeter! Kimse bana yani Amy’ye ya da her kime benziyorsam ona zorla bir şey tattırmadı! Kocaman bir kızım ve hepsini kendi isteğimle yaptım ben! Shula Cohen: Gitmek istemediğini söylediğin halde, 18 Haziran 2011 tarihli Belgrad konserine uykudayken uçağa bindirilip götürülmen, sonra sahnede şarkı söylemek istemediğin zaman yuhalanmanda mı kendi isteğinle oldu? Evlenip Amerika’dan döndüğünüz zaman, Blake’in seni, daha önce hiç tatmadığın zararlılara tanıştırması ve alıştırması da mı senin isteğinle oldu? Cenazeni bulan koruman Andrew Morris’in dediği gibi ‘Birilerinin sana hayır demesine ihtiyacın vardı’ ve bunlar hiçbir zaman baban ya da o lanet olası kocan olmadı! Tilda: Ertesi gün rolleri değişecektik. Daha doğrusu tek bir rol vardı, paylaşmıştık. İkimiz de uzun boylu Amy şeklinde gezerken, artık boyalı basının da ilgisini çekmeyi başarmıştık. *** Tijen Hanım gayet ince politik cümlelerle hoş beş ettiği Başbakan Thereza Nay’in yanından ayrılırken ona First Lord of the Treasury diye hitap ederek Başbakanı onurlandırdı. Çünkü başbakanlık resmi konutunun kapısındaki posta kutusunda böyle yazıyordu. 17. yüzyıldan itibaren İngiltere’de hazineyi korumak ve yönetmekle yükümlü komisyonda bulunan Lord’lardan en kıdemlisi olan Birinci Lord’un daha sonraları Prime Minister / Başbakan olarak anıldığını bildiğini göstermişti. Bir yandan Basti şirinlikler yaparak konutta karnı tok sırtı pek gezerken, Tijen Hanım da bir zamanlar ‘üzerinde güneş batmayan ülke’ ünvanıyla tüm dünyada sömürgelikler kurmuş kurt politikacılarla dolu bu ülkede, arkadaşlarını kurtarabilmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Double Tree by Hilton Londra Oteli personeli, daha önce otellerine kabul edilmemiş ama artık başbakanlık ofisini ziyaret etmiş bir kedi olan Basti ile Tijen Hanım’ı kapıda karşıladı. Göğsünü kabartarak otelden içeri girdiğinde bizzat otelin müdürü tarafından karşılanan Tijen Hanım, müdürün ilk cümlesini bile bitirmesine müsaade etmeyerek “Yağcılığınızı başkalarına saklayın Mr. Brown,” dedi. “Bana bir araç ayarlayın lütfen. Derhal Paddington Green Polis İstasyonu’na gitmem gerekiyor.” Otel müdürü Mr. Brown kediyi odaya çıkarmalarını, su, yiyecek ve uygun bir temizlik ortamı sağlamalarını emrettikten sonra, Tijen Hanım’a bir araç ayarlattırdı. Tijen Hanım araca bininceye kadar vakur görüntüsünü bozmadı ama aracın kapısını kapattıkları anda kahkahasını tutamadı: “Yerim sizin İngiliz asaletinizi! Nasıl da bir kedinin önünde el pençe divan oldunuz! Hahayt!” Polis istasyonuna giderken 221b Baker Caddesi tabelasının ok yönünde gördüğü Sherlock Holmes Müzesi’ne selam çakan Tijen Hanım gülümsedi: “Demek kaderde senin memleketinde dedektifçilik oynamak da varmış ha Holmes!” CLICK TO TWEET 1861’den beri Londra’daki polis istasyonlarının yerini belli eden mavi lambaların üzerinde Metropolitan Police yazıyordu. Tijen Hanım’ı Paddington Green’in kapısında Chief Inspector David karşıladı: “Buyurun bayan. Size kısaca bilgi vereyim.” “Sizin şapkanızdaki amblem iki saat önce Downing Sokağı’nda kedimle ilgilenen polislerden farklı. Neden acaba?” diye sordu Tijen Hanım. Bunu hiç sırası değildi belki ama titri Chief Inspector olan birine başbakanlık konutundan torpilli olduğunu söylemesi gerekiyordu. “Çok dikkatlisiniz bayan. Çünkü şu anda MSD’desiniz: Metropolitan Police District / Metropolitan Polis Bölgesi. O bulunduğunuz bölge City of London / Londra Şehri idi. Gayriresmi olarak The City veya Square Mile olarak bilinen ve eskiden etrafı surla çevrilmiş olan 1 mil kare araziyi kaplayan, Büyük Londra’nın küçük ama en tarihî olan kısmıdır. Oranın polis teşkilatı ayrıdır: City of London Police / Londra Şehri Polisi. Biz o bölge hariç Büyük Londra’nın her yerinde yaşayan 8.7 milyon insana hizmet veren Metropolitan Polis Teşkilatı’yız, bilindik adıyla New Scotland Yard.” Polis merkezine çok yakın olan Praed Caddesi’ndeki St. Mary’s Hastanesi’nde genel kontrolden geçirilen Komiser Okan ve Mehmet yarın hakim karşısına çıkacaklardı. Darp olayının üzerinden 5 gün geçtiği için sol gözündeki morlukla kaşı ve dudağındaki patlak iyileşmeye yüz tutmuş olan Mehmet için hastaneden verilen rapor pek de lehlerine değildi. Ülkelerine sadece uçuş aktarması için ayak basmış iki yabancının ortada –onlara göre- hiç kışkırtıcı sebep yokken, iki vatandaşı pataklamış olması İngiliz yetkililerce hiç hoş karşılanmamıştı. Tijen Hanım Chief Inspector David ile kısaca konuştuktan sonra bu kanıya varmıştı. Gözaltındakilerle görüşmesine müsaade edilen 3 dakikada arkadaşlarının haklı olduğuna karar kıldıysa da, hakim onunla aynı fikirde olmayabilirdi. Çünkü kamera kayıtlarından belliydi ki ilk kanı akıtan, yani ufak tefek barmeni yakasından tutarak barın arkasından çekip çıkarıp hırpalamaya başlayan maalesef Mehmet’ti. *** Life happens. There’s no point in being upset or down about things we can’t change or control // Hayat devam ediyor. Değiştiremeyeceğimiz ya da kontrol edemeyeceğimiz şeyler için üzülmeye değmez. Amy Winehouse Shula Cohen: Sana Jenny Eliscu’nun Rolling Stone dergisinde yayımlanan 14 Haziran 2007 tarihli röportajından bahsedeyim. Amy ve o sırada nişanlısı ve 5 gün sonra kocası olacak Blake’le ilgili gözlemlerinden. Amy çakma Louis Vuitton çantasına içecek dökmüş ve Blake diyor ki bu çantayı asırlardır kullanıyormuş. Asırlardır! Lafa bak! Sonra Blake durup dururken gitmek istediğini söylüyor. Tıpkı bir çocuk gibi. Amy onu ikna edemeyince gözyaşları içinde geri geliyor. Ortamdaki herkes şaşkın. O adam onu hiç mutlu etmedi ki! Blake’le ayrı kaldığı aylar boyunca -ki kaç ay olduğunu asla söylemiyor- kalp kırıklıklarını ikinci ve son albümüne yazdı. Nasıl bir ironidir ki onu mahveden adam için yazdıklarından oluşan bu albüm, onu tüm dünyada meşhur etti. Back to Black’teki şarkıların yarısından fazlasının yapımcısı DJ Mark Ronson’ın dediğine göre Amy, popüler müziğe tekrar asi bir rock’n’roll ruhu getirmiş. ‘Amy şarkılarında acımasızca dürüsttü. Pop dünyasında hatalarını kabul eden birileri çıkmayalı uzun zaman olmuştu. Çünkü herkes mükemmel görüntü vermekle meşguldü. Amy’de kendini beğenmişlik yok, şan şöhret kovalamıyor. ‘Evet sarhoş oldum ve düştüm ne yani?’ diyebiliyor. Bu kadar iyi bir şarkıcı olduğu için şanslı çünkü şan şöhret kovalamasına gerek yok,’ diyordu Mark Ranson. Jenny Eliscu Amy’nin kolundaki yara izlerini işaret edince, cevap veremiyor Amy. ‘Çok eski bunlar, gerçekten çok eski,’ demekle yetiniyor. ‘Çok ümitsiz zamanlarımdan kalma…’ Blake, Amy ve kendinin problemli çocuklukları yüzünden bir paydada buluştuklarını düşünüyordu. Kendilerine sabotaj düzenlemekten hoşlanan iki ergendiler. Blake, dokuz yaşında bileklerini keserek kendini öldürmek istemiş, bunu gerçekten yapmak istememiş tabii ki ama denemiş. Amy’ye neden cinselliği bir erkek gibi düşünüp yaşadığını sormuş, bunun çocuklukta yaşanmış bir taciz olayına mı bağlı olduğunu merak ediyormuş. Amy, hayır, diyor, tacize filan uğramadım. Sadece babam ben küçükken annemi terk ettiği ve sonrasında babamı hiç göremediğim için yaşıyorum bütün bunları. Amy, Blake için, uğrunda ölebileceğim birine aşık olmuştum, diyor. Sonradan kendini eski kız arkadaşı için terk edecek birine hissedilen bu yıkıcı aşkın, o erkek tarafından ne kadar ciddiye alındığını siz tahmin edin. Tilda: Garip bir varoluş sancısı çekiyorum. Kulağımda sürekli Amy’nin sesi. Şarkıları albümlerindeki sıra ile ve dahi karışık şekilde dönüyor, dönüyor, dönüyor. Beynim sadece bu şarkıların indirildiği bir iPod gibi. Diğer alanları bomboş. Eskiden kimdim? Neydim? Ben bu koca şehre neden geldim? Amy bir girdap gibi beni içine çekiyor sanırım. Elimden tutun. Boğulacağım. *** Tijen Hanım, Tilda’ya her sabah Amy saçı ve makyajı yaparken kadının ruh halindeki değişikliği fark etmişti. “İyi misin Tilda?” diye sordu. “Bu Shula denen kadının paranoyalarına kendini fazlaca kaptırmış gibi görünüyorsun. Amy Winehouse öldü ve siz onun yerine fazlaca uzun boylu iki Amy taklidi gibi Camden caddelerinde dolaşarak ruhunu şad etmekten başka bir şey yapamazsınız, biliyorsun değil mi?” “Merak etme, liseli kız değilim ben. Ne yaptığımı biliyorum,” dedi Tilda. Ama bu cevap Tijen Hanım’ı hiç tatmin etmedi. İlgilenmesi gereken daha önemli işleri olduğu için bu liseli olmayan(!) kızı kendi haline bırakıp Komiser ve Mehmet’in duruşmasına gitti. Tahmin ettiği gibi şansları yaver gitmemişti. O sırada ülkede bulunmayan birkaç görgü tanığı mahkemeye getirilemediği için hakim duruşmayı iki gün sonraya erteledi. Bu hem iyi hem kötü haberdi. Demek ki Tijen Hanım’ın gözaltındaki arkadaşları adına bir şeyler yapabilmek için iki günü daha vardı. *** We only said good-bye with words / I died a hundred times / You go back to her / And I go back to black // Sadece kelimelerle veda ettik / Ben yüzlerce kere öldüm / Sen ona geri döndün / Ben tekrar karanlığa gömüldüm. Amy Winehouse CLICK TO TWEET Shula Cohen: Balon gibi şişerek yükselmekte olan şöhreti ve Back to Black albümü için istenen konserler zinciri Amy’nin düşüşünü hızlandırdı, diyor Jenny Eliscu, 18 Ağustos 2011 tarihli yazısında. The Hawley Arms kulübünün sahibi ve Amy’nin arkadaşı olan Dougie Charles-Ridler’in yorumu ise ‘Amy sürekli yeteneğini sorgulardı. Sinirlerini yatıştırmak için bir tekila şat veya bir bardak şarap içmesi gerekiyordu. Zaman geçtikçe sinirlerini yatıştırabilmek için hep daha fazlasına ihtiyaç duydu Amy,’ şeklinde. Bir süre sonra hayranları, bir sonraki albümünü beklemekten vazgeçip, toplum önündeki bir sonraki rezilliğini beklemeye başlıyorlar. Büyükannesi Cynthia’yı 5 Mayıs 2006’da kaybetmesi Amy’nin hayatında koca bir kara delik açıyor. 30 Ekim 2006 Back to Black albümünün çıkışı. 18 Mayıs 2007 Blake’in Amy’ye dönüşü yani evlenmeleri. Grammy ödüllerinin dağıtıldığı 10 Şubat 2008 akşamı Amerika’dan zararlı madde kullanması yüzünden vize alamayan Amy, uydu bağlantısından ödül törenine bağlandı. Back to Black albümüyle 5 ödül alıp geceyi kapatırken yakın arkadaşına şunları söyleyecekti: ‘Juls, It’s so boring without drugs / Juls, Uyuşturucu olmadan her şey çok sıkıcı…’ Tilda: ‘Amy’nin sesi boğuk, seksi ve hüzünlüydü, tıpkı viski ve sigara dumanında marine edilmiş kırık bir kalpten geliyor gibiydi,’ diyor Eliscu. Başka türlü düşünmek için onu canıgönülden dinlememiş olmanız gerekir, diyorum ben. ‘I cheated myself / Like I knew I would / I told you I was trouble / You know I’m no good // Kendimi aldattım / Bunu yapabileceğimi biliyordum / Bela olduğumu söylemiştim / İşe yaramayacağımı biliyorsun’ derken, kendine ne kadar acıdığını duymamanız gerekir. Karşısındaki erkeğe kalbini tamamen açarken, aslında bir kalpten içeri girmek isteyenin kendi olduğunu hissetmemeniz gerekir. ‘Sesi sanki ta eskilerden, Sarah Vaughan ve Billy Holiday zamanlarından geliyor gibi. Janis Joplin, Jimi Hendrix, ve Brian Jones (Rolling Stones) ve Kurt Cobain gibi o da 27 yaşında göçüp gidenler listesinde yerini alıyor,’ diyor Eliscu. Çok yazık. Shula Cohen: 15 yaşında bir genç kız annesine her şeyi yiyip yiyip kusarak zayıflamanın yolunu bulduğunu söylüyor ama eczacı olan annesi bunu hiç ciddiye almıyor. Sonradan babası da öyle. Halbuki en başından beri Blumia denen hastalığın pençesindedir Amy. Bütün o kötü alışkanlıkların vücuduna verdiği hasar da cabası. 8 Kasım 2007’de kocası Blake Fielder-Civil’in tutuklanması hayatındaki kara deliğin daha da derinleşmesine sebep oluyor. ‘If I could give it back just to walk on that street with no hassle, I could // Eğer caddelerde sıkıntı çekmeden yürüyebileceğimi bilsem, sahip olduğu her şeyi geri vermeye hazırım,’ diyor Amy. Universal Records’un yöneticisi Lucian Grainge, 24 Ocak 2008’de Amy ile her türlü bağımlılık yapan maddeden uzak kalacağına dair sözleşme imzalıyor. Ve Amy bunu başarıyor. Evet başarıyor ama bir süreliğine. Uyuşturucuyu bırakıp yerine alkolü koyuyor bu sefer. Mutsuzluk yakasını bırakmıyor. Hayatındaki karanlık. Hiçbir zaman yakasını bırakmıyor. En son, en huzurlu karanlığına kavuşana kadar. Tilda: Blake hapishaneden çıkıp konuştuğunda Amy’nin şu şarkısındaki sözleri gerçekleştirmişti: One I wish I never played / Love is a losing game // Hiç oynamamış olmayı isterdim / Aşk kaybedilen bir oyundur. Çünkü Blake’e uğrunda ölecek kadar aşık olduğunu söyleyen Amy için, Blake’in düşündükleri oldukça kısa. Belki de aşkın kendi de bu kadar kısadır kim bilir? Blake kendi hapisteyken Amy’nin başka bir adamla fotoğraflarını gördüğünü söylüyor: ‘Unut bunları dedim kendime, sen kocaman bir adamsın. Yakışıklı bir erkeğim, uyuşturucu kullanmıyorum, spor yapıyorum, iyi giyiniyorum. Öyleyse neden zamanımı onunla harcayayım ki?’ Ama bazı şeyleri değiştirmek için geç değil. Blake’in hapisten çıktığı an onun kollarına atılıp aslında onu hiç aldatmak istemediğini, onu o kadar çok seviyorken, düştüğün boşluk, gençliğin, toyluğun yüzünden hata ettiğini söyleyebilmek, onu eskisi gibi uzun uzun öpebilmek ister misin Amy? Shula Cohen: Elbette isterim. Sana minnettar kalırım. Ömrüm boyunca. *** Mahkemeye bir gün kala Tijen Hanım’a başbakanlık konutundan bir telefon geldi. Telefona bağlanan Thereza Nay’in sesini hemen tanıdı: “Saç ve makyaj mı? Size de mi? Bunu yapmak istediğinizden emin misiniz Sayın Başbakan? Biraz tehlikeli olmaz mı?” “Siz beni merak etmeyin Miss Tijen. MI6’dan bir kadın ajan daima peşimizde olacak.” *** Mahkemeye gelen görgü tanığı, görüntülerdeki ses problemi yüzünden açığa çıkmayan gerçeği, yani aslında barmenin Mehmet’in uzattığı paraya hakaret ederek ilk kışkırtıcı cümleyi söylediğini ifşa edince, mahkeme Komiser Okan ve Mehmet’in salıverilmesine karar verdi. Tijen Hanım rahat bir nefes aldı. Londra’daki düğümlerden birini resmi yollardan çözmüştü ama diğer meseleye, Tilda’nın Shula Cohen ile sanki Amy’nin ruhunu ararcasına sokak sokak gezmesine müdahale edememişti henüz. Her şeyin bir sırası vardı elbet. Tijen Hanım, Paddington Green Polis İstasyonu’nun kapısında Komiser Okan ve Mehmet’i beklerken caddede siyah bir limuzin durdu. İki adam binadan çıkıp kendilerini bekleyen Tijen Hanım’a doğru yönelecekken, limuzinden inen Amy Winehouse benzeri uzun boylu bir kadın, Mehmet’in boynuna atıldı. Simsiyah saçlarından kocaman topuzu meraklı gözlerden o anı sakladı ama adamla kadının öpüşmesindeki ihtiras o sırada yağmaya başlamış olan puslu İngiliz yağmuru ile sokaklara dağıldı. Ne yağmuru, ne de kendilerine müdahale etmek üzere yaklaşmakta olan polisi fark eden siyah saçlı kocaman topuzlu kadın, Mehmet’in elinden sıkıca tutarak onu bekleyen araca bindirdi. Tijen Hanım’ın yanına gelen Komiser Okan, olan bitenden habersiz limuzin şoförünü tanıyınca “Şöför Tilda ise öteki kadınlar kim Allah aşkına?” diye sordu. Limuzinin arka koltuğundaki Amy topuzu yapmış öteki kadına belli belirsiz bir el hareketi ile selam veren Tijen Hanım güldü: “İnanamayacaksın ama…” Limuzin önce The Hawley Arms isimli mekana uğradı. Amy’nin burada içtiği favori içeceği Rickstasy’den içtiler hep beraber. Stables Market’da Scott Eaton’ın bronzdan yaptığı Amy heykelinin etrafında döndüler. Camden Information Centre’da sokak sanatçısı Pegasus’un Fallen Angel isimli duvar resmini seyrettiler uzun uzun. 30 Camden Square, Amy hayranları için hac yeri gibi olmuştu. Buradan Amy’nin anısı adına pek çok sokak işaretini çalmışlardı. Limuzindekiler bir şey çalmadılar tabii. Onların kalbini çalan kadının sesi zaten aracın içinde yankılanıyordu. The Clash, Coldplay, Madonna, Boy George gibi isimlerin gelip geçtiği Camden Palace’a, şimdiki adıyla Koko’ya geldiler. Amy kılığındaki genç kadın, bronz heykelin etrafında döndükten sonra dönüp erkeğinin bedenine sarılınca oluşturduğu heykel etkisinin geçmemiş olmasından son derece memnun, genç adamı dansa kaldırdı. Back to Black çalarken dans etmeye başladılar. Şarkıda Amy’nin ard arda müthiş bir hüzünle black, black, black dediği kısımda, Amy’nin sesinden başka duyulan bir şey daha vardı: ikilinin derin derin nefes alıp verişleri. Sonra nefesleri hızlandı, kalpleri damarlarından fırlayacak gibi akan kanı kasıklarına kadar pompaladı. İkili ayakta dans ediyorlardı ama ruhları, çoktan son bulmuş bir aşkın en şehvetli sevişmelerinden birine tanık olmanın hazzı içindeydi. Amy şarkıda son kez I go back to black derken, kadın kafasını geriye attı. Erkeğin dudakları kadının incecik boynunda asılı kaldı. Dışarıda tüm şenliğiyle sevgililer günü hazırlıkları sürerken Amy’nin karanlığa gömülüşünü neden ‘yeniden’ diye tanımladığını anlamışlardı artık. Çünkü o minik beden aslında karanlıktan hiç çıkamamıştı. Bir kadın ve bir erkek, bu iki farklı beden, artık Amy’nin karanlığına gözleri alışmış olarak, hayatının aşkı olan o adama yazdığı başka bir şarkı playlist’te dönerken dansa devam ettiler. Acının gözyaşı formunda bedeninden akıp gitmesini bekleyen kadın, adamın kollarından kopup bardaki aynaya fırlattığı bar sandalyesinin oluşturduğu ayna kırıklarından birini kaptı. Şarkının sözlerine kendini kaptırmıştı iyice: The dark covers me, and I cannot run now/ My blood running cold / I stand // Karanlık beni örter ve artık kaçamam / Kanım donuyor / Duruyorum. Kırık aynayı bileğine dayadı. *** Tijen Hanım ve Komiser koşarak Koko’dan içeri girdiklerinde her şey çoktan olup bitmişti. Mehmet ve Amy’lerden biri yerde, bir kan gölünün ortasında uzanıyorlardı. “Yanında manik-depresif hatta yarı şizofren bir kadın ve İngiltere başbakanı ile sokak sokak gezerek ne yaptığını sanıyordun sen Tilda?” diye bağırdı Tijen Hanım. Her zaman saygı ve sevgi çerçevesinde yürüyen ilişkilerinde, neredeyse kızı yaşındaki genç kadına ilk defa sesini bu kadar yükseltmişti. “Sakin ol kuzum. Düşündüğün gibi değil. Her şey kontrol altında.” Mehmet yerden kalktı. Son anda ayna kırıklarıyla bileklerini kesmek isteyen Amy benzeri Shula Cohen’in asıl adıyla Susan Doyle’un elinden kırık aynayı almış, fakat keskin cam 4 parmağının birden kesilmesine neden olmuştu. Yerdeki kan kadının değil, Mehmet’in kanıydı. Thereza Nay, peşlerindeki MI6 ajanı tarafından güvenli bir alana çekilmişti. Ajan kadın, İngiliz acil hattı olan 999’u tuşlarken, Tilda, ‘Başımız kaç İngiliz resmi makamıyla daha derde girecek acaba?’ diye merak ediyordu. *** Hep birlikte Thereza Nay’in 5 çayı davetlisi olarak Başbakanlık konutundaydılar. Tijen Hanım: Demek ben arkadaşlarımızı gözaltından kurtarmak için uğraşırken sen de bu ilginç vaka ile meşguldün. Tilda: Kadının Amy ile takıntılı olmasından başka, bipolar hislerini ve kişilik bölünmesi yaşadığını anlamam için psikiyatr olmama gerek yoktu. Üstelik Sayın Başbakan benim için araştırma yaptırınca durumdan emin oldum. Kendini Shula Cohen diye tanıtan Susan Doyle isimli kadın, kişilik bölünmesi yüzünden hastanede yatırılmış, sonra iyileşme belirtileri üzerine taburcu edilmiş bir vakaydı. Fakat Amy Winehouse’ın ‘I died a hundred times’ sözlerine olan takıntısı yüzünden 99 kere kendini öldürme girişiminde bulunmuştu. Bizim engellediğimiz 100. girişimde muhtemelen sonuca varacaktı. Mehmet: Bu yüzden sen Amy gibi kılık değiştirince o da içindeki Amy’yi dışarı çıkardı. Yine de gözaltından salınır salınmaz beni çok şaşırttığınızı söylemem lazım. Thereza Nay: Küçük hanımefendi ile oynaşırken pek de şaşırmış görünmüyordunuz Mr. Cinozoğlu! Mehmet: Teessüf ederim efendim. Dedektif patronumun limuzin şoförü, ülkenin başbakanının da Amy kılığında karşıma çıkıp bir başka Amy kılıklı kadının ben polis istasyonundan çıkar çıkmaz dudaklarıma yapışacağını tahmin etmem imkansızdı takdir edersiniz ki! Bütün bunların bir oyun olduğunu bana ufak bir not uzatarak göstermeseydiniz yanmıştım Sayın Başbakan! Tijen Hanım: Sizinki de iyi cesaretti Sayın Nay! Kendine veya dış dünyaya şiddet uygulamaya meyilli bir kişinin yanında takıntılı olduğu Amy Winehouse kılığına girdiniz. Thereza Nay: Amy’ye ben de hayranlık duyuyorum. Çok özel bir sesti. O mekanlara Amy kılığında girmek mi! Yıllardır böyle heyecan yaşamamıştım. Üstelik harika bir korumam varken korkmama gerek yoktu sanırım değil mi Ajan Shula Cohen? Shula Cohen: Evet Sayın Başbakanım. Mehmet: Ortalıkta bu kadar çok taklit varken sizin gerçek Shula Cohen olduğunuzu nereden bileceğiz acaba? Shula Cohen: Elimde tuttuğum çok eski bir fotoğrafta anneannem ve dedenizin beraber görüntülenmiş olması size yeterince kanıt sunar sanırım Mr. Cinozoğlu! Emperyalizmin anavatanı olan bu küçük adanın başkenti Londra’da 14 Şubat çanları çalıyordu. Kapitalizm, Aşkını, Müziği ve Yalnızlığıyla harmanlamış bir genç kadın kalbini daha kendi cinayetine sürüklemiş, şimdi de 14 Şubat çığlıkları ile aşkı yalnızlığın içinden çekip satışa çıkarmıştı. Her şeyin paraya çevrilebildiği bu devirde, yerdeki kan gölünü temizleyen Koko gece kulübü çalışanları, bir sonraki kırık kalbin kanamasına kadar neşeli şarkılara kapılarını açıp kederli şarkıların suratına kapıyı kapattılar. Tilda ve diğerlerinin ellerinde 57 yıl önce çekilmiş bir fotoğraf varsa ve bu fotoğraftaki konuşabilen tek şahit kimse Mehmet’in Şırnak’taki köyünde yaşayan büyük dedesi ise, o fotoğraftaki sandığın Maraş’tan Kudüs’e uzanan hikayesini nasıl çözecekler acaba? Bir sonraki bölümde Tilda ve diğerlerinde… Tuğba TURAN. | |
|
Teswirleriň ählisi: 0 | |