16:21 Beni kim öldürecek? / hikaye | |
BENI KIM ÖLDÜRECEK?
Detektiw proza
İşler, son haftalarda çok yorucu oluyordu. Günde en az üç iş çıkıyor ve ben bazen tahsilini tamamlamaya çalışan bir tıp talebesi gibi kadavra üzerinde çalışıyordum. Onların icabı ve takibi vardı bir de. Bitap düşüyordum. Eve geldiğimde doğru somyaya… O gün de öyleydi. Günün kasveti düşmüştü üzerime. Hemen uzanmak istiyordum, uyku her yerde tatlı gelecekti. Ben bir an önce uykuya dalmak isterken evimin kapısı çalındı, demiri döven demirci edasıyla. İrkildim. İki odalı metruk evin tahta kapısını kırmak ister gibiydi, dışarıdaki kişi. “Kimsin?” “Benim Ağam!” Süleyman, yamak Süleyman… Kalfam, emir erim… Ustam Haşim, nasıl benim gibi bir kıptiyi alıp bugünlere getirdiyse, Sırp Süleyman’ı alıp eğitmek de bana kalmıştı. Küçüklüğünden bu yana elinden tuttum. Mesleğin en ince ayrıntılarını öğrettim. Zeki biri. Bir söylediğimi ikiletmiyor. Hem sadık, hem güvenilir, hem de yiğit… Bizim meslekte zordur hepsini bir arada bulmak! Sanırsın benim gençliğim. Kapıyı açar açmaz Süleyman bütün mahcubiyetiyle kafasını eğdi. El pençe vaziyette, “Ağam!” dedi, devam etti: “Uyuduğunuzu düşünerek kapınıza sert vurdum. Halimi mazur görün, önemli bir vakayı duyurmaya geldim. Sizi divandan çağırıyorlar. Kelle olduğunu söylediler.” Ben, içimden “gece vakti ne kellesi Allah aşkına?” homurdanmasına başlayacak iken, Süleyman’ın “Ağam, kelle büyük dediler” cümlesine tanık oldum. “Biz ne büyük kelleler gördük Süleyman!” demek istedim o an, içimde büyüttüğüm hamasetimle. Kafasında kallavi taşıyanları biliyoruz, gözlerimizin içine bakarak yalvardıklarını… Şimdi ne kadar büyük olabilirdi ki? Kafamla “tamam” işareti yaptım, Süleyman’a. Evin içine girdikten sonra belimdeki siyah kuşağıma iş aletlerimi yerleştirdim. Kementi üç-dört tur belime doladım. Doğruyu söylemek gerekirse “Korkmadım!” desem, yalan olurdu. Otuz beş yılını bu mesleğe veren birisi olarak, ilk defa gece yarısı apar topar “kelle var!” diyerek çağrılıyordum. “Yamak!” diye seslenmem ile Süleyman’ın koşar adım yanıma gelmesi bir oldu, her türlü emre hazır asker gibi önümde durdu. “Kelle kiminmiş?” diye sordum, cevabını bilmediğimi bilerek. – Bilmiyorum Ağam! – Gece vakti bizi mi harcayacaklar Süleyman? – Estağfurullah Ağam! Kimin haddine! Hava insanın içini gıcıklaştırıyordu. Tatlı bir esintisi vardı. Bu mevsimin üstadıdır Ağustos. Bu ayda kalabalık olur akşamları İstanbul. Fenerini alan atar kendini boğazın serinliğine. Başkentin güzelliği adamda ne acı bırakır ne keder. Kimse üşümez bu mevsim. Lâkin gecenin katranlığında kimseyi bulamazsın. Çekilir millet evine, meskenine. Sadece şeytana uyanlar ayakta kalır. Köpeklerin havlaması ve bizim adımlarımız haricinde ses duymak imkânsızdı. Beni harcamayacaklarını falan biliyordum bilmesine ama insanoğlu tedirgin olmuştu bir kere. Ara sıra göz ucuyla arkamı ve geçtiğimiz sokakları kontrol ediyordum. Hiçbir aykırı durum gözüme çarpmadı. Asayiş ber-kemal idi. Bab-ı Hümayün’den girerek, Bab-ı Selam’a doğru devam ederken, Süleyman “Benden bu kadar ağam. Bizim mekânın önünde sizi bekleyecekler. Allah yardımcınız olsun” dedi. Arkasını döndü ve gitti. Konunun ben olmadığına tamamen emin olmuştum. Benim gibi birinin ölümü için saray seçilmezdi. Buldukları yerde hatta uykuda bile icabıma bakabilirlerdi. Sonra da doğru Eyüp’teki ustamın yanına. İsim yazmayan bir taş, ziyaretçi gelmeyen, birkaç ay sonra dümdüz olacak mezar kalırdı geriye. Ustamın dediği gibi; bizlerin savaşı, kavgası, idamı ve ölümü tek başına olurdu. Yamak’ın söylediği bizim mekân, Seng-i İbret’ten başkası olamazdı. Adımlarımı küçülttüm ve itidali elden bırakmıyordum. Tam varmak üzereydim ki, Kazasker Hamal’ın “Ali!” sesini duydum. Yanıma geldi, zindanlara gitmemiz gerektiğini söyledi. Zindanlar… Mahkûmların içini titreten zindanlar… Soğuk olur alışkın olmayanlara. Uyku gelmez, kırmızı şerbetin korkusuyla. Geceleri yüreğini titretir. Bir yıl gibidir bir günü. Zaman geçmez, güneş bir türlü yüzünü göstermez. Yalnızlığı anlarsın. Anıların tazelenir. Kendi kendine “Benim burada ne işim var?” diyerek hayıflanırsın. Zindanlar acıdır. Acılarla yoğrulur. Kimini şair yapar, kimini veli, bazılarını da divane… Zindanın içinde bizi dört kişi bekliyordu. Uzaktan gördüklerim arasında Şeyhülislam, Sadrazam, Kazasker ve Sultan Kösem vardı. Kelleyi şimdi daha çok merak ediyordum. Sofu Mehmet Paşa, “Ey kılıcı haşin, duruşu heybetli. Korku salıyorsun Cellat Kara Ali!” diyerek karşıladı. Bizler taltif almaya alışık değildik. Ezildim bu nefsi okşayan lafların içinde. Yamak Süleyman’ın karşımda durduğundan daha beter haldeydim. El pençe, kafam yere doğru… Bir bağrış koptu zindanda: “Allah gün yüzü göstermesin sana validem! Beter olsun akıbetin, perişan olasın.” Nerede olsa tanırım, Hünkârımız İbrahim’in sesi. Ey Sultan Ahmed’in oğlu, Osmanlı Padişahı İbrahim, neden canı yanmış küçük çocuklar gibi bağırıyorsun? O an anladım, Yamak Süleyman’ın büyük dediği kelleyi. Yutkundum. Kadere bak? Ben ki bir kıpti, kırk iki yıl önce dünyaya gelmiş bir çingene… Dünyaya hüküm sürmüş Osmanlı Devleti’nin bir padişahının kellesini alan adam olacaktım. Yüzyıllar boyunca arkasından beddua edilen olacaktım belki de… Lanet ettim mesleğime. Hava benim için karardı. Beynimde şimşekler çakıyordu. Söz geçiremiyordum sağ tarafımdaki meleğe. Gözünü kırpmadan kelleleri alan gaddar adam gitti, yerine uysal, çekingen bir kişilik geldi. Ustamın, “Bize vicdansız diyenlere aldırmayın, biz de insanız. Gün olur o vicdan elbet bizde de ortaya çıkar” dediği çınladı kulaklarımda. Sofu Mehmet Paşa, elini omzuma koydu. Kısa konuştu, “Göster kendini” dedi. “Devleti Aliyye’nin devamı ve hanedanın düzeni için evvel padişahımız Sultan İbrahim’in ölüm fermanını sana tebliğ ediyoruz.” “Paşam emriniz olur lâkin takdir edersiniz, hiçbir cellat onca yıl halifelik makamında yer alan birinin Azrail’i olmak istemez” karşılığını verdim, özgüvenimi toplayıp. Söyleyeceklerim bitmeden Şeyhülislam Abdürrahim Efendi girdi devreye, tok sesiyle “İki halifenin müctemi olması birinin katledilmesine kapı açar” dedi. Ne cevap verebilirdim ki Şeyhülislama? Ne İslami bilgim yeterdi buna ne de şu an ki konumum. “Hoca hazretleri vicdanım el vermiyor?” demekle yetimdim. “Ne vicdanı evladım? Cellatsın sen! İşini lâyıkıyla yapmak zorundasın. Senin vicdanın devletin bekâsından elzem değildir. Ya görevini yaparsın ya da kendi ölüm fermanını yazarsın.” Bilirsiniz insanın canı tatlıdır. Vicdan her zaman kendi kibrinden yana saf tutar. İlk defa tanıştığım vicdanımla beraberliğim kısa sürdü. Zindan köşküne girdiğimde Sultan İbrahim, gözüme bakarak bağırıyordu. “Ey Cellat dinle! Halife mührüm var. Allah bunun hesabını senden sorar. Kara bir leke kalacaksın tarihte.” Söyledikleri beynime vurdu. Vazgeçer gibi oldum, arkamdan ittiler. Çare kalmamıştı. İbrişim kementini belimden çıkardım. Ellerim titriyordu. Bir yanım alacakaranlık diğer yanım ölüm. İpi sultanın boynuna geçirince bir ilk tanışma daha yaşadım. Gözümden akan yaş feryat ederek yere doğru düşerken, padişahımın son sözüne karıştı: “Ey Cellat! Seni vicdanın öldürecek.” Abdullah ULUYURT. | |
|
Teswirleriň ählisi: 0 | |