00:59 Esra Rengiz öldü / dedektif hikaye | |
ESRA RENGIZ ÖLDÜ
Detektiw proza
Antalya’nın dar gelirli ailelerinin yanı sıra yeni atanmış kamu personellerinin de tercih ettiği, toprak yollu, kaldırımsız, bir, iki katlı evleri ile tepede belediye hizmetlerinden pek yoksun bir işçi mahallesinin üstünde kurşunî bulutlar küme küme toplanmışlardı, güneş, tam tepede olduğu ân olmasına rağmen gözükmüyordu. Bir kış gününü andıran güz günüydü. Birkaç gün evvel yağmur yağdığı için toprak yollar çamurluydu. Arabaların lastikleri de öyle. Bakkala gidip gelen herkesin terliğinde yahut ayakkabısında bu çamurlardan görmek mümkündü. Her ne kadar gün içinde somut bir şekilde kendisini gösteremese de güneş batmaya yüz tutmuş, bu işçi mahallesindeki evlerin lambaları birer birer yanmaya başlamıştı. D…’de memur olan Cafer Baştürk, ’98 model beyaz renkli otomobili ile çamurlu yoldan geçip üç odalı, tek katlı evlerinin önüne geldi, istop ettirdi arabayı. Yan koltuktan ekmek ve sebze poşetlerini alıp arabadan indi ve anahtarla kilitledi arabayı. Üç adet sebze poşeti sağ elinde, iki ekmekli poşet de sol elinde evin kapısına kadar bermutat yürüdü. Ekmek poşetini de diğer eline alıp sol eliyle anahtarı çıkarıp kapıyı açtı, ayakkabılarını paspasa silip çıkardı ve aynı eliyle ayakkabılarını alıp içeriye girdi. Kapısının arkasındaki düğmeden lambayı yaktı. Karısına seslendi, ama karısından yanıt alamadı. Poşetleri vestiyere bıraktı ve karısına bir kez daha seslendi. “Şebnem, neredesin?” diye bağırdı evin içinde. Öyle bir bağırıştı ki, uzun zamandır eksik olan kavganın geldiğinin müjdecisiydi. Cafer, ayakkabılarını oturma odasında elektrikli sobanın yanına diklemesine koydu ve sobayı çalıştırdı. Paltosunu çıkartıp koltuğun üzerine fırlattı. Vestiyere bıraktığı poşetleri alıp mutfağa geçti, masanın üstüne koydu ve mutfaktan çıktı. Kravatını çözdü, gömleğinin düğmelerini açtı. Yatak odasına geçti. Düğmeyi çevirip lambayı yaktı, birkaç adım atıp sağına döndü… Birkaç adım ilerisinde gardırobun önünde komodinin üstünde karısı oturuyor, kafası yukarı dönük, gözleri tavanı seyrediyor, ağzı açık, teni bembeyaz ve sol kolu sarkık. Tüysüz bacakları eteğinin altından görünüyor, pembe çoraplarından sağ ayağındakinin baş parmağı yırtık. Cafer hiçbir aksülamel vermeden duruyor, sağ elinin işaret ve orta parmağı gömleğinin alttan üçüncü düğmesinin üstünde. *** İstanbul, her açıdan büyük bir şehir, iki köprüsü vardı, üçüncüsünü yaptılar, boğazın altını delip taşıma hizmeti getirdiler. Her gün binlerce turist gelip gidiyor. Her gün emniyet teşkilatına onlarca bomba ihbarı geliyor. Öyle bir şehirde yaşıyorlar ki insanlar, öyle bir şehirde yaşamak için, şaşkın bir dengenin içindedirler. Alpaslan Kaya, İstanbul’un büyüklüğünden kaçmak için tayin dilekçesini vermişti, birkaç ay önce. Ve bir hafta önce de Antalya’ya tayin olduğuna dair belge aldı. Hiç zaman kaybetmeden eşyalarını topladı -zaten karısı öldüğü ve kızı Avrupa’ya okumaya gittiği için çok eşyası olduğu söylenemez-. Dört gün önce de göreve başlamıştı, başkomiser. Geldiğinde, cinayet masanın elinde bir iş yoktu, on beş kişiden oluşan ekip, bütün günü oturarak yahut diğer birimlerdeki arkadaşlarıyla goygoy yaparak bitiriyorlardı. Hâl böyle olunca da Alpaslan Başkomiser ekibiyle iyice tanışabilmişti. Mesai dolunca tüm polisler cinayet masadan ayrılıp evlerine dağılmışlardı. Alpaslan Kaya, akademiden arkadaşı ve narkotikte müdür olan Ziya’nın evine yollanmıştı. Kırmızı ışıkta durduğunda telefonu çaldı. Suavi’nin Tükenme şarkısının melodisiydi telefon zil sesi. Arayan kızı sandı, telefonu ümitle eline aldı, mamafih yanılmıştı; arayan yeni ekip arkadaşlarından komiser Ferdi’ydi. “Efendim,” diye açtı telefonu. “Başkomiserim, varoş mahallelerinin birinden bir cinayet ihbarı aldık.” “Hadi ya…” oldu Alpaslan’ın ilk tepkisi. Bu Antalya’daki ilk işiydi. “Sen neredesin, ben seni alayım, beraber geçelim. Bilmiyorum malûm.” “Tamam, başkomiserim. Ben size şimdi konum atıyorum.” Yeşil ışık yandığı için arkadaki araçlar kornaya basıyorlardı, Alpaslan kendine gelip birinci vitese taktı arabayı ve yavaşça kalktı. Uygun bir yere çekip Ferdi’den konumu bekledi. Bu sırada da arkadaşını arayıp gelemeyeceğini bildirdi. Sonra gelen konumu açtı, on üç dakika içinde de komiseri alıp olay mahalline hareket ettiler. Yol boyunca çok konuşmadılar, yalnızca ilk bulguları söyledi Ferdi. Ve gidecekleri mahalleden söz etti. Genelde bu tarz mahallelerde namus ve kıskançlık cinayetleri oluyordu. Rampa yukarı çıkan araba zorlandı. Çamurlu yolda ise araba bir kez kaydı. Sanki sımsıkı bir İstanbul kışıydı! Başkomiser geldiğinde olay yeri incelemenin yanı sıra cinayet masadan da iki araba oradaydı. Başkomiserlerinin geldiğini gören cinayet polisleri kapıya gelip karşıladılar. Ferdi de, amiri ile gelmenin verdiği haklı havanın içindeydi. Alpaslan maktulü gördü. Olay yeri inceleme ekipleri çalışıyordu odada. Cinayetten komiser Selda, olay yeri incelemenin yetkili polisine Alpaslan Başkomiser’i tanıttı. Ateş Komiser, hemen ilk izlenimleri söyledi: “Boğularak öldürülmüş, cinayet saatinden en az dokuz saat geçmiş.” Alpaslan olay mahalline kendisinden önce gelenlere ne bulduklarını sordu. “Geldiğimizde kocası şoktaydı başkomiserim. Şu an ambulansta. Onun kendine gelmesini bekliyoruz. Ayrıca konu komşuya da sorduk, karıkoca sürekli kavga ederlermiş, komşuları tarafından sevilen biri değil maktulümüz. Ve ayrıca kocasını aldattığı da söyleniyor.” Her şeyi bir çırpıda anlatan Selda’ya bakan başkomiser, son cümlenin etkisinde kalmış, yolda gelirken Ferdi’nin dediklerini düşünüyordu: Burada demek en çok namus ve kıskançlık cinayetleri yaşanıyordu. Kocasını aldattığı konuşulan bir kadını kocasından başka kim öldürebilirdi böyle bir durumda? Filhakika, ilk görevi kendisini zorlamayacak cinstendi. Alpaslan, dışarıda ambulansta bulunan şüphelinin yanına doğru yollandı, yanında da Ferdi ve Selda’dan başka kimse yoktu. Yolda, kadının adının Şebnem olduğunu öğrendi. Ambulansın kapılarını açıp içeriye girdi, hemşireye kimliğini gösterip bir yere oturdu. Adamın gözleri kan çanağı olmuştu. Adamı dikkatle inceledikten sonra sağ elini Cafer’in sol omzuna koydu. “Başın sağ olsun birader. Konuşabilecek misin? Ben Antalya Cinayet Masası Başkomiseri Alpaslan Kaya.” Adam neden sonra başını kaldırıp baktı. Ve ne zamandan beri süren suskunluğunu hıçkırıkla bozdu. Başını iki elinin arasına alıp ağladı, ağlarken de tekrarlıyordu: “Karım öldü komiserim, ben şimdi ne yapacağım?” Ferdi, “Tamam kardeşim sakin ol, bak, başkomiserimiz karını kimin öldürdüğünü bulacaktır. Hadi kendini toparla da sorularına cevap ver.” Alpaslan, komiserin gözüne baktı. İstanbul’da da Halit adında bir yardımcısı vardı, o da aynen böyle işlerin bir an çözülebilmesi için insanların acılarını hiçe sayıyordu. Başkomiserin gözlerinden çekinen Ferdi, hemen gözünü kaçırdı. Yeniden kocaya döndü Alpaslan, “Sen şimdi topla kendini, arkadaşlarımız seni götürecekler, ifadeni alacağız. Tamam mı?” dedi. Ağlamayı kesti Cafer. “Benden mi şüpheleniyorsunuz komiserim? Ben öldürmedim vallahi.” “Senden şüphelendiğimizi çıkarma. Ama elimizde başka şüpheleneceğimiz kimse yok. Bilmiyoruz. Sen yardımcı olacaksın ki, biz bulacağız. Sen iyi değilsin. Toparlanınca konuşuruz.” Alpaslan kalkacak oldu, ama Cafer şüpheli olmanın verdiği endişe ile çözüldü: “Konuşabilirim amirim. Ne sorarsanız cevap verebilirim.” “Peki, madem, söyle…” Cafer anlatmaya başladı. İki sene önce evlenmişlerdi, yani memur olarak atandığı seneydi. Birkaç aylık memurdu evlendiklerinde. Şebnem dayısının kızıydı. Bir erkek arkadaşı olmuştu üniversitenin ilk sınıfında. Çocukla adı çıktı. Dayısı da öldüresiye dövmüştü Şebnem’i. Kıza çocukluktan bu yana yanık olan Cafer de, dayısının elini öpüp namusunu temizleyeceğini söyledi. Babasının tüm itirazlarına rağmen Şebnem ile evlendi. Ancak kız, Cafer’den tiksiniyordu. Midesi bulanıyordu yüzüne bakınca. Hele o burnu yok muydu, hangi inşaatın molozuydu Allah bilir. Cafer her ne kadar âşık olsa da kavgalar onu da yıldırmıştı, ilk tokadı da evliliğinin üçüncü ayınca kendisine “Sen kadın olsan vurdururdun kendine,” demesi üzerine atmıştı. Bundan sonra da hiçbir şey istediği gibi gitmedi. Altı ay kadar önce de mahallenin bakkalı Cafer’e birtakım dedikodulardan söz etmişti: “Sen gidince… Tamam işte. Böyle.” Cafer karısını daha fazla dövdü. Zavallı Şebnem de inkâr etse… “Senden bir zevk almıyorum. Zevk alana kadar…” diyordu. Cafer, daha fazla hiddetleniyordu. Niçin öldürüvermiyordu? Aşk mıydı bu? Hayır, ailenin okumuş etmiş tek insanıydı Cafer. Eli kalem tutardı. Yol yordam bilirdi. Cezaevi ona göre bir yer değildi. Alpaslan Başkomiser sordu: “Boşanmayı düşünmedin mi peki hiç?” “Boşansam öldürürlerdi be komiserim. Ölmesin diye evlendim ben.” Alpaslan bir türlü ikna olamıyordu. Hava almak için dışarı çıktı. Sigarasını yakıp düşünmeye başladı. Biraz uğraştıracağa benziyordu, ama neticede şüpheliler ana hatlarıyla belirlenmişti. Kocası, babası, kayınbabası, âşığı. Tüm anlatılanlar bu dördünü işaret ediyordu. Ferdi geldi. Komiserin geldiğini görünce, “Kadının babasına haber verdiniz mi?” dedi. “Yok.” “Kadının babasının evine gidin. Ama adamı iyi gözle, Ferdi. Şüphelilerimizden biri de o.” “Tamamdır başkomiserim. Selda ile gidelim mi?” “Gidin.” İki komiser de olay mahallinden ayrılıp gittiler. *** Şebnem Baştürk’ün cenazesini apar topar Sütçüler Mezarlığı’na defnettiler. Tanıdık savcı aracılığıyla otopsi yapılmadı. Cenazenin gömüldüğü sıralarda olayla ilgilenen savcı da Alpaslan’ın odasına geldi. Önce kendini tanıttı, Alpaslan’ın önceki görev yeri ve meslek kariyeri hakkında biraz konuştular, Alpaslan’dan önceki başkomiserin hatalarından söz etti, asi bir adammış. Ankara’daki meşhur cinayetçiye benziyormuş bir bakıma. Ama o kadar değil, diyor yine de savcı. Nihayet Şebnem Baştürk dosyasına geldi konu. Bulguları konuştular. Savcı çıktıktan sonra komiserlerden Ferdi ve Selda’ya şüphelileri alması için talimat verdi, cenazede olan komiser yardımcısı Cemil’den de bilgi aldıktan sonra mahalleye gidip komşularla bir daha görüşmesini, kocasını aldattığını düşündükleri adamı tarif etmelerini söyledi. Kızı aradı. On beş dakika kadar konuştular, kızını çok özlemişti, okul bir an önce bitip gelmeliydi. İki saat sonra komiserler şüphelileri alıp geldi. Haber veren Selda’ydı. Başkomiser de sorgu odasına indi. İlk sorgulanacak kişi kadının babası Bünyamin Aslan’dı. Ellili yaşlarda, kısa boylu, zayıf ve sakalsız bir adamdı baba. Saçlarına ak düşmüştü, yüzünde belirgin kırışıklıklar vardı. Bittabi niçin burada olduğunu merak ediyordu. Vallahi o öldürmemişti, niçin böyle bir şey yapsındı? Tamam, ilk laf olduğu zamanlar öldüresiye dövmüş, günlerce işkence etmişti, bu doğruydu, ama sonuçta kızı evlenmemiş miydi? Hangi baba evlenmiş kızının namusundan ötürü kızını öldürmek isterdi? Başında aslanlar gibi kocası dururken kendisine düşer miydi bu? Hem, kocası öldürmediyse kim öldürürdü? Evlerine gelen giden yoktu. Kızı her gün annesini arıyor, bu hayattan bıktığını, hiçbir insan yüzü görmediğinden yakınıyordu. Zavallı kızı. Şimdi toprağın içindeydi. Toprak yutmuştu kızını. Dinlesin dağlar, kuşlar, böcekler! İkinci şüpheli ise koca, yani Cafer’di. “Dün her şeyi anlattım amirim. Niye getirdiniz beni buraya? Gelip gidenler oluyor taziye için. Evde bulunmamız şart.” “Sen benim işime karışma kardeşim. Dosya kapanana kadar istediğim zaman seni karşıma oturttururum. Şimdi söyle bakalım. Kayınbaban, ‘Kızım hiç kimseyle görüşmüyordu. Eve hapsolmuştu,’ diyor. “Dayım biraz olayları abartır komiserim. Yok öyle bir şey. Kendileri rahatça gelip gidemedikleri için yalan söylüyor. Karım istediği zaman evden çıkabilirdi. Öyle olmasaydı… Mahalleli nasıl bilebilirdi beni aldattığını.” “Sen karından hiç şüphelenmedin mi peki?” Cafer biraz bekledi konuşmak için, Alpaslan’ın gözünden kaçmadı. “Kavga ederken bana ağır sözler söyler idi. Lâkin böyle bir şeyi yapacağını hiç düşünmüyordum. Bakkal söyleyince ikna oldum. Zaten kavgalarımız esnasında her zaman aynı şeyi söylemeyi sürdürdü, benle sevişirken… Tövbe estağfurullah. Zevk alamıyormuş. Kocaya söylenecek söz mü Allah aşkına.” “Somut bir kanıt yok kardeşim ortada. Yani aldatmamış olabilir.” “Yapar mı yapar!” Alpaslan karşısındakini iyice süzdü. “Tamam, gidebilirsin. Ama istediğimiz saatte görüşeceğiz. Ona göre.” Cafer’den sonra babası geldi. O kahpe dölünü gelini olarak hiçbir zaman görmemişti! İşte, kansızlık bunların sülalesinde vardı, oğlu da o adı çıkmış kancığı karısı olarak alıp kansızlık etmişti. Lanet olsundu böyle kadere! Cafer’in babası çok durmadı. Son olarak da Şebnem ile lise yıllarında adı çıkan âşığa geldi sıra. Adam tekmil bir korkunun içinde bir komiser Ferdi’ye bir de başkomisere bakıyordu. “Amirim buraya evimden getirdiniz. Buradan gidince karıma hesap vereceğim. Allah rızası için fazla tutmayın beni.” “Anlat git o zaman.” “Peki. Şebnem, değil sınıfın; bence okulun en güzel kızıydı. Yemin ederim ki, bölgedeki tüm fakültelerde Şebnem kadar güzel ve albenisi olan bir kız görmedim. Amirim affınıza sığınıyorum, hepimiz erkeğiz; okul yıllarında kız peşinde koşarız. Biliriz. Nerede güzel kız var, ilk bizim haberimiz olurdu işte… Ben de babadan zenginim hamdolsun. Şebnem’in de babası işçi. Kıza biraz para gösterdim hemen tav oldu. Bir kere babamın arabasıyla sahile indik. Orada ben koltuğu biraz yatırdım, Şebnem’e de yatırmasını söyledim. Sonra elimi omzuna atıp dudağından öptüm. Bütün yaşadıklarımız bu amirim, yemin ederim. Gören mi olmuş, birine anlatmış da o da babasına mı yetiştirmiş bilmiyorum. Sonra bir daha görüşemedik. Zaten babası okuldan aldı. Her ne kadar büyük gözükse de Antalya küçük yer esasen. Eski arkadaşlardan haber aldım, bu olaydan birkaç ay sonra da kuzeni ile sözlenmiş. Başka da bir şey bilmiyorum, yemin ederim.” Ferdi, başkomiserinden çekindiği için kısık sesle uyardı: “Bir daha yemin edersen senin hakkında dini duygularımızı kullanarak çıkar sağlamaktan işlem başlatacağım.” Adamcağız suspus oldu. “Ne iş yapıyorsun sen?” diye sordu Alpaslan. “Galerim var amirim.” Ferdi: “Ne var marka olarak?” “Piyasadaki en iyi otomobiller var komiserim.” Alpaslan: “Seni bulabilelim. Şimdi çıkabilirsin.” Sorgu bittikten sonra büroya çıkıp odasına girdi Alpaslan. Beş dakika geçmedi ki, Cemil geldi. Mahalledeki sorgusu esnasında bir kişiyi yakasından tutup getirmiş. Alpaslan odadan çıktı. Bütün ekibin güldüğünü fark etti. Neden güldüklerini sordu. Ferdi, “Başkomiserim, Cemil her zaman böyle yapar. Olay mahallinden en az bir kişiyi tutar getirir. Sizden önceki başkomiserimiz Metin Amir, eğer emekliliğini istediyse bu Cemil yüzündendir, derim.” Ekip daha fazla gülmeye başladı. Bu gülmelere Cemil de ortak oldu. Pişkin pişkin gülmesine bir anlam veremedi. Sonra Selda’ya işaret verdi ve üçü aşağıya indiler. Sorgu odasındaki adam mahallenin muhtarıydı. Muhtar, orta yaşlarda, kilolu ve kısa boylu, kafasında saç namına bir şey olmayan biriydi. Cemil’in adamı evinden zorla getirdiği anlaşılıyordu.Ayağında ayakkabısı bile yoktu. Alpaslan da muhtarın karşısına oturdu, Cemil’e döndü: “Anlat oğlum, niye getirdin bu adamı buraya?” “Amirim, maktulün kendisine teklif ettiğini söyledi.” “Vallah amiri…” Cemil adamı susturdu. “Ayrıca kadının birden fazla dostu olduğunu söyledi.” Alpaslan, Cemil’den raporu alınca Selda’dan çay rica etti. Komiser odadan çıktı. Sonra şüpheliye döndü. “Bak Selda Komiser gelene kadar anlatıyorsun, yoksa seni üzerim.” Başkomiserin bu tepkisine şaşıran yalnızca muhtar değildi, Cemil de şaşkındı. İstanbullu amirin böyle sert bir tavır koyacağını düşünememişti. Muhtar anlattı. Şebnem, gelin geldikten üç ay sonra evine gündüz vakti bazı yalnız erkek misafirler almaya başlamıştı. Bu durumdan başlarda rahatsız olunmamıştı. Akrabasıdır, kardeşidir, hısımıdır denmişti. Ancak, aradan günler geçtikte ve gelen giden çoğaldıkça iş kabak tadı vermeye başlamıştı. Bu dönemde de Şebnem’i sokakta gören muhtar, onunla konuşmak istemişti. Ancak Şebnem, sokak ortasında konuşmak istemediğini söylemiş, cilveli bir şekilde eve dâvet etmişti. Hatta öyle ki, eve gelen muhtarın karşısında başörtüsünü çıkartmış, eteğini yukarı doğru toplayıp bacaklarını göstermişti. Bereket, muhtar öyle namussuz bir adam değildi de, sıkıntısını anlatıp çıkmıştı evden. Ancak uslanacak gibi değildi karı! Her gün gelen giden devam ediyordu. Bunu herkes bilirdi. Neden bir tek kendisi gelmişti? Muhtarın da yazılı ifadesini aldıktan sonra gönderdiler. Akşam olmuştu. Ekip dağıldı. *** Ertesi gün, Cafer’in görev yaptığı yere gitti ekipler. Sorup soruşturdular. Cafer tam saatinde gelmişti, haletiruhiyesinde de herhangi bir şüphelenecek belirti yoktu, her günkü Cafer’di işte. Selda, galerisi olan eski âşığın fotoğrafını alıp mahalleye gitti. Muhtara, bazı komşulara gösterdi. Mahalleliler onayladı. Gelenlerden biri buydu. Hatta sürekli geliyordu. Genç komiser büyük bir zafer kazanmışçasına başkomiserini aradı, rapor etti. Alpaslan da bürodaki polislere gidip almalarını söyledi. Öğleden sonra galerisi olan adam öncekinden daha güçlü bir şekilde başkomiserin karşısında oturuyordu, çünkü yanında avukatı vardı. Bu sefer inkâr etmedi. Evlendikten sonra da görüştüklerini hatta ilişkiye girdiklerini söyledi. Bütün açıklığı ile anlatıyordu, kadının nasıl kendisine saldırdığını anlatıyordu. Alpaslan, Şebnem’in başka adamlardan söz edip etmediğini sordu. Bilmiyormuş, yemin etti. İfadesini imzalayıp gitti. Adam gittikten sonra Alpaslan büroya dönerken yolda Cafer ile karşılaştı. Büroda bir sandalyeye oturdu Cafer, kendisine verilen bir bardak suyu içtikten sonra anlatmaya başladı. “Amirim aldatıldığımdan haberdardım aslında. Ama beni kimle aldattığını bilmiyordum. Yani, itiraf etmeyi kendime yediremediğim için sizi yanılttım, özür dilerim,” dedikten sonra ağlamaya başladı. “Kaç kez yalvardım. Zarar vermeyeceğimi söyledim. Ama bana, ‘Sen onun kılına bile dokunamazsın,’ dedi. Bana,” dedi. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Birkaç dakika herkes önüne dönmüş, adamın hıçkırıkları arasında insan olmanın verdiği ağır yük ile uğraşıyorlardı. “Bana, onunla nasıl seviştiğini anlattı, durdu. Kemiklerini kıra kıra karımı sikiyormuş orospu çocuğu. Benim incitmeye kıyamadığım karımı… Ben çok özür dilerim amirim,” dedi, gözlerinin yaşını elinin tersiyle sildi, “amirim, çok özür dilerim. Size bunu açıklamalıydım zamanında. Belki… Ben! Gururumun yargının işini yapmasına engel olmasına izin verdim.” Alpaslan sakalsız yüzünde gezdirdi elini, ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyordu. Sonra kafasını kaldırıp karşısındaki biçare adama baktı. “Böyle düşünme Cafer. Biz karının seni kimle aldattığını biliyoruz. Ama o öldürmemiş,” dedi. Adam bayıldı. Bayılınca yanlış bir şey söylediğini düşündü Alpaslan. Hemen adamı kucaklayıp başkomiserin odasındaki ikili koltuğa yatırdılar, suyla ferahlattılar. Sonra sağlık ekibi çağırdılar. Cafer içeride baygın yatarken polisler toplantı yapıyorlardı. Cemil bilgisayarının ekranını kirli duvara yansıttı, maktulden şüphelilere ok götürdü. Ayrıca yazı programında da ifadelerden yola çıkarak bazı çıkarımlar yapıyordu. Bunlar şöyleydi. Muhtar ve mahalleliler, her seferinde farklı kişinin geldiği, arabaların değişmesine dayanarak söylüyorlardı, şüphelilerin birinin galerisi vardı, ayrıca galerisi olan adamdan başkasını da bulamamışlardı. Bu durumda arabaların her seferinde değişmesinde mantık buydu. İkinci bir bulgu ise, muhtar kadının kendisine cilve yaptığını hatta ahlâksızlık teklif ettiğini ileri sürüyordu, ama kadının babası kızının kimseyle görüşmediğini söylüyordu. Zorla eve girmiş olabilirdi. Cemil, açıklamayı yaptıktan sonra maktulden iki tane kırmızı ok çıkartıp birini muhtara uzattı, diğerini de galerisi olan âşığa götürdü. Muhtar, kadından yararlanmak istedi, ama kadın reddetti. Hatta kadın, mahalleyi ayağa kaldırmayı düşündü. Uygulayacaktı da. Ama muhtar onu öldürmeseydi. Âşık ise, artık karısının şüphelendiğini anladı, bir daha gelmeyeceğini söyledi kadına. Ama Şebnem, karısına konuşmakla tehdit etti. Bunun üzerine de adam öldürdü kadını. Cemil’i hiç kesmeden dinledi Alpaslan. Eli çenesinde Cemil’e bakıyordu. İki tezinde de haklı olabilirdi, yani kadını muhtar veya âşık öldürmüş olabilirdi. Ferdi, kadının babasını hatırlattı. “Amirim, babası ‘Bana ne?’ diyor, ama burası turizmden dolayı gelişmiş bir şehir olarak gözükse de insanları henüz o kadar geniş değiller. Bence babası kızının böyle haltlar karıştırdığını öğrendi. Hatırlarsanız, olay yeri inceleme, maktulü bulduğumuzda öleli dokuz saat olduğunu söylemişti. Bu da saat on bire tekabül ediyor. Cafer evde yok. Mesai arkadaşları doğruluyor.” Alpaslan, komiseri de dinledi. Başka konuşacak var mı diye baktı. Selda önüne bakıyordu. Cemil ise düşünceliydi. Diğerleri de kendi hallerindeydiler. Alpaslan ayağa kalktı, pencereden dışarıya baktı. Arkasını döndü, “Bu iş,” dedi ve sürdürdü sözlerini, “ne muhtarın, ne de âşığın işlediği bir cinayet.” Böyle dediği için Ferdi’nin, Cemil karşısında zafer kazandığını hissetti. “Ama Ferdi’nin dediği gibi babası tarafından da işlenmiş bir cinayet değil.” “Peki, kim başkomiserim?” diye sordu Cemil. “Maalesef bilmiyorum. Ama araştıracağız, Cemil. Araştırmaların takdirimi kazandı, aferin.” Cemil gururlandı. Olay yeri raporu geldi bu esnada. Getiren Sait’ti. Cemil’in arkadaşıydı bu çocuk. Sait raporu doğruca Cemil’e uzattı. Sonra gitti. Komiser yardımcısının elinden raporu alan Alpaslan, bir sandalyeye oturup dikkatle inceledi. Kafasını kaldırmadan inceliyordu, odasının kapısının açıldığını ve Cafer’in odadan çıktığını fark etmedi bu yüzden. Cafer ses etti. Ona döndü. “Geçmiş olsun, korkuttun bizi. İyi misin?” “Biraz daha iyiyim, teşekkür ederim amirim. Gidebilir miyim?” “Rapor geldi. Evde senin, karının parmak izleri var tabii. Ancak vestiyerde, yatak odasının kapısında, gardıropta bolca yabancı bir kadının parmak izine rastlanmış. Sence kimin olabilir?” “Vallahi bilmem ki amirim,” dedi Cafer. “Anam olabilir. Yengem öyle yatak odasına girecek ciddiyette bir kadın değildir.” “Aileden başka?” “Sanmam. Kim niye yatak odamıza girsin ki?” “Peki. Ferdi, Cafer’i gideceği yere bırak.” “Emredersiniz başkomiserim.” İkisi çıktıktan sonra Alpaslan raporu incelemeye devam etti. Kimin olabilirdi bu parmak izi? “Başkomiserim, neden parmak izine bu kadar odaklandınız?” “Başka dikkat çeken bir şey yok çünkü. Bu parmak izleri olay gününe ait. Yüzde yüz!” Rapora baktığı için savcının geldiğini ayrımsayamadı. Bütün ekip arkadaşları aynı anda kalkıp topuklarından ses çıkardıkları için ne olduğunu merak edip kafasını kaldırdı. Savcının geldiğini o zaman gördü. Hemen ayağa kalkıp selam verdi. İkisi başkomiserin odasına geçtiler. “Neler buldunuz Alpaslan Bey?” “Hoş geldiniz savcım. Olay yeri raporu daha yeni geldi. Ben de ona bakıyordum. Dikkat çeken tek detay, parmak izi.” “Parmak izi mi?” “Evet,” dedi. Raporu savcıya uzattı. “Bakın, bu parmak izi yabancı birine ait. Sistemde kaydı yok. Ama evde bolca ize rastlanmış. Yani yeni olması lazım. Hatta olay günü.” “Bir kadın…” “Evet, katile ait olduğunu düşünüyoruz.” “Evet, bu bir çıkarım. Ama somut bir şey değil. Kesinkes şüpheli var mı?” “Şu ana kadar ulaşabildiğimiz kişiler arasında kesinkes diyebileceğimiz üç kişi var diyebilirim. Ekibim bu üç kişiden şüpheleniyor.” “Kim bunlar?” “Birincisi kadının babası, ikincisi âşığı, üçüncüsü de mahallenin muhtarı.” “Muhtarın parmak izi var mı?” Alpaslan yeniden parmak izlerini kontrol etti, dikkatini çeken bir diğer detayı da üzerinden geçip onaylayınca savcıya söyledi: “Muhtarın parmak izine rastlanmamış. Âşığınkine de rastlanmamış.” “Yani şüpheli tek kişiye düşüyor. Öyle mi?” “Evet. Parmak izi de var. Ama aileden biri sonuçta, evde iz olması gayet doğal. Âşığın olmaması ise enteresan açıkçası. Adam eve girip çıktığını itiraf etti.” “Belki eldiven kullanmıştır,” diye bir şaka etti savcı. Alpaslan gülmedi. Savcı da gülmeyi uzun tutmadı. “Adamı suçlayacağımız hiçbir şey yok. Bir kadının babası, bir de şu yabancı iz.” “Her neyse… Siz şu parmak izinin kime ait olduğunu hemen bulun.” “Emredersiniz savcım.” *** Akşam narkotikten arkadaşını ziyaret etti Alpaslan. Büyük boy rakı içtiler. Arkadaşı, savcı konusunda Alpaslan’ı uyardı. O adamın sözünden çıkmaya gelmezdi. Metin ağabeyi yemişti. Koca Metinağbi yahu! Ertesi gün rakının etkisiyle müthiş felaket bir baş ağrısı ile uyandı. Hemen aspirin yuttu. Sonra büroya gitti. Geldiğinde öğlen idi. Odasına geçip oturdu. Masasının üstünde dün olay yerinden gelen parmak izi raporu vardı. Ve üstelik adlî hekim de maktulün boğularak öldürüldüğünü söylemişti. Alpaslan, parmak izinin kime ait olabileceğini düşündü. Mahalleden biri olabilirdi. Kadın eve erkek alıyorsa, mahallenin kadınları için de tehlike arz ediyordu. Her an içlerinden birinin kocası kadının peşine yazılabilirdi. Ferdi, olay yerine giderken, o bölgede işlenen cinayetlerin kıskançlıktan işlendiğini söylemişti. Bu güçlü bir çıkarımdı. Bir diğer çıkarım ise şuydu: Âşık yeni evlenmişti. Karısı bir şekilde öğrenmiş, kocasını caydırmaya çalışmış, ancak başarılı olamayıp kadınla konuşmak için eve gitmiş, bir kavga, gürültü, sonra kadın Şebnem’in boğazına sarılmış olabilirdi. Bu biraz daha güçlü bir çıkarım gibi geldi Alpaslan’a. Birkaç dakika sonra da Selda’yı odaya çağırdı. “Kızım, Cemil ile gidin âşığın evine, karısını alın, parmak izi versin.” “Kadından mı şüpheleniyorsunuz amirim?” Baş ağrısı şiddetlenmişti yine. Alpaslan böyle sağlıksız olduğu, aç kaldığı anlar sert yapar, karşısındaki kırılacak mı, üzülecek mi düşünmezdi. “Yok, zevkine yapıyorum, ben arada böyle oynarım,” dedi.“Çılgın mısın kızım sen, yürü hadi. Kapıyı yavaş kapat, kafamın içi çocuklu aile gibi.” Selda, başkomiserin bu cevabına bozulmuştu, ancak hiçbir şey söyleyemeden sakince çıkıp gitti. Alpaslan ise kafasını masanın üzerine koyup uyumaya çalıştı, kafasındaki ağrı geçecek gibi değildi. Kendisine kızıyordu, yaşını almıştı epey. Niçin bu kadar içmişti? Sanki narkotikteki eleman hiç içmemişti de, koca şişeyi kendisi içmiş gibiydi. Gibiyi atsan, cümlenin kalanı dün gece yaşanmıştı. Arkadaşı bir kadeh almış, yavaş yavaş içmişti. Alpaslan ise uzun zamandan beri ilk kez içiyordu. Hem özlemişti içmeyi hem ölen karısını yâd ediyordu hem de kızını düşünüyordu. Şu ülkede bir tane mutlu başkomiser olmayacak mı diye düşünüyordu? İlla başına iş gelmekle meşhur başkomiserler mi olmalıydı? İçmişti işte bunun için. Şimdi kafası ona isyan ediyordu. Müthiş bir ağrı… İki saat sonra odanın kapısının çalınmasıyla uyandı. Ağzı açılmış, salyası akmış. Kalktı, elinin tersiyle salyasını sildi. Sonra uyuşan sağ çenesini yokladı. Kapısı yeniden çalındı. “Gel.” İçeri Selda girdi. Kadını getirmişti, onu haber veriyordu. Alpaslan sandalyeden kalktı, sanki kafası düzelmişti biraz, ama yine de hissedilir ağrı vardı. Sorgu odasına indiler, Selda ile ikisi girdi sorguya. Kadın ağlamaklıydı. Alpaslan şüphelerinde yanılmamıştı, karşısında duran kişi Şebnem Baştürk’ün katili idi. Sandalyeye oturup kadına bakmayı sürdürdü. Kadın gözlerini daima kaçırıyor, ama yine dönüp dolaşıp başkomiserin gözlerinde hapsoluyordu. “Çıkmamı ister misin?” diye sordu kadına. Ama kadın cevap vermedi bir süre. Sorusunu yineledi. “İtiraf et de kurtulalım kızım yahu, uğraştırma bizi. Yaşın kaç senin? Otuz dört? Kocan yirmi üç yaşında. Öldürdüğün kadın da yirmi iki yaşında. Hadi yorma bizi. Birazdan parmak izi sonuçları gelir.” Kadın ağlamaya başladı. Alpaslan’ın kafasındaki ağrı yeniden şiddetlendi. Dayanılacak gibi değildi. Selda’ya ifadesini alması için talimat verdi, kendisi dışarı, emniyetten dışarıya çıktı. Kamelyada oturup bir sigara yaktı. Selda’ya itiraf etmişti kadıncağız. Babasından kendisine birtakım değerli araziler kalmıştı, Allah biliyor ya, bu arazileri hiçbir zaman istememişti. Başına bir iş geleceğinden adı kadar emindi. Türkiye’ye bu arazileri satmak için döndü, Batı Londra’da yaşıyordu. Arazileri hemen satışa çıkardı, birkaç gün sonra da Antalya’nın en köklü ailesi tarafından alıcı olundu. Büyük bir memnuniyetle karşıladı bu durumu. Hemen iş yemeği ayarlandı, yemeğe karşı tarafın küçük oğlu katıldı. Çok gençti, bu işi halledebileceğinden emin değildi. Ama zaman geçtikçe çocuk arazileri almakla kalmadı, kadının da gönlünü aldı. O gece ikisi de otelde sabahladılar. Aralarındaki on yaşlık farkı düşündü, doğru olur muydu? Hem kendisi İngiltere’de mutluydu. Bakalım, bu çocuk isteyecek mi? Ama her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, geçmiş yaşantısının, kendisine hor davrandığını düşünüyordu. Birkaç ay içinde nişan yaptılar görkemli bir şekilde, sonra da evlendiler. Başlarda her şey çok güzeldi. Aralarında sanki yaş farkı yokmuş gibi… Ortak zevkleri vardı. Film kültürleri aynıydı. İkisi de ABD turu yapmak istiyordu örneğin. Ve evliliklerinin dördüncü ayında yaptılar da. Ancak Türkiye’ye döndükten sonra olanlar oldu. Mutlu bir şekilde evlilikleri sürmesine rağmen kocası kendisine yalanlar söyleyip oynuyordu. Basbayağı aldatılıyordu da. Takip ettirdi kocasını… Hislerinde yanılmamış olmanın sevinci, yere batsındı! Çok dil döktü kocasına. Nasıl yakıştırabiliyordu kendine öyle bir mahallede yaşayan öyle bir kadını! Aklı almıyordu. Kavgalar, gürültüler. Kocasını bir türlü ayıramıyordu. Sonra… Bir sabah olanlar olmuştu işte. Kadınla konuşmaya gitmişti, ama kocasını nasıl kaldırdığını, nasıl dudaklarını, kollarını öptüğünü anlatmıştı. Bir anlık esinti… Kadın kendisini tahrik etmişti. Kadın cansız kalınca da doğru olarak eve gitmiş, akşamı da kocasına anlatmıştı her şeyi. Kocası olanları öğrendikten sonra kendisine saldırmıştı da zor kurtulmuştu. Ve oturup konuştular, bu işi halledebilirlerdi. Kocasının aklı başına gelmişti nihayetinde. Kadının ölmesi, büyüyü bozmuştu belki de. Allah büyüktü ama! Yanlarına kalmamıştı işte. Nasıl da yakalandılar, anlayamamıştı. Kadın imzaladı. Alpaslan hâlâ oturuyordu. Selda gelip ifade tutanağını imzalattı. Sonra Cemil ve Ferdi’yi âşığı almaları için gönderdi. Bir saat sonra da parmak izi sonuçları gelmiş, yabancı parmak izinin kadına ait olduğu ortaya çıkmıştı. Alpaslan Başkomiser, ilk cinayetini çözebilmiş olmanın gururu içindeydi. Odasında oturuyordu. Birazdan çıkıp eve gidecekti. Uzun bir uykuya dalacaktı. Telefonu çaldı. Suavi’nin Tükenme şarkısını çok severdi, bu yüzden melodisini zil sesi ayarlamıştı, ancak melodiyi iyice dinleyemiyordu bir türlü. Çünkü kısa bir zaman içinde açmak zorundaydı telefonu, açmazsa bile kapanıyordu. Arayan eski komşusu Kemal’di. İki saniye kadar dinledi. Sonra açtı. Mete Karagöl. # DedektifDergi | |
|
Teswirleriň ählisi: 0 | |