18:27 Sigara öldürür / dedektif hikaye | |
SİGARA ÖLDÜRÜR – Polisiye Hikaye
Detektiw proza
Elvankent’te boş bir arsada, 25-30 yaşlarında bir erkek cesedi bulunduğu bildirildiğinde, çayımın yanına arkadaş yaptığım poğaçanın son lokması, boğazımla vedalaşıp mideme doğru yola çıkmamıştı daha. Cinayet mahalline vardığımızda, Olay Yeri İnceleme Ekibi ve Adli Tabip çalışmaya başlamışlardı. Bir elemanını, “Evladım, tabancanın namlusuna kalem sokulur mu? İki parmağınla uç kısmından, tetik korkuluğundan ya da kabzanın tırtıllı kısımlarından tutacaksın! Televizyona dizi çekmiyoruz ki burada!” şeklinde fırçalayan Oktay Komiser bizi görünce yanımıza geldi. “Bize hiç şöyle Agatha Christie romanı tadında, şöminesi yanan sıcacık bir salonda işlenen cinayet nasip olmayacak mı arkadaş? Bu soğukta, şehre otuz kilometre uzakta cinayet mi işlenir! Sabah sabah götümüz dondu!” “O da olur inşallah Oktaycım, bozma moralini sen,” diye karşılık verdi Amirim. “Elimizde neler var?” Yerde yatan kurbanı işaret etti Oktay Komiser: “Şekilde görüldüğü gibi; üzerinde iki adet kurşunla birlikte bir adet maktul… Biri maktule ait olmak üzere gayet net iki ayrı ayakkabı izi… Bir adet gazı bitmiş çakmak…” “Ayakkabı izlerinin kalıbını…” “Aldık, aldık… Hem ayakkabı izlerinin, hem de maktul ve katilinin buraya beraber geldiklerini tahmin ettiğimiz aracın lastik izlerinin kalıbını aldık… Çakmağın yanında, bir adet yakılmamış sigara…” “Katile ait olabilir… Filtresinde tükürük izi varsa DNA analizine gönderelim.” “Arkadaş, eskiden ne güzel parmak izlerini, ayak izlerini, kan örneklerini, boş kovanları toplar giderdik. Bu DNA icat olalı beri milletin kılıyla, tüyüyle, tükürüğüyle, kusmuğuyla, bokuyla püsürüğüyle uğraşır olduk!” “Teknolojinin nimetlerinden yararlanmak gerek Oktaycım. Başka?” “Bir de bu 7.65 Kırıkkale.” “Cinayet silahı bu mu?” “Şarjörü dolu, ateşlenmemiş. Cinayet silahı ortada yok.” “Kimlik?” “Ne kimlik, ne ehliyet. Pantolon cebinde yüz seksen lira, montunun cebinde yarısı içilmiş bir sigara paketi… Hepsi bu.” Adli Tabip muayenesini tamamlamıştı. Doldurduğu formları çantasına koyup ayağa kalktı: “İki kurşun… Biri karaciğere diğeri kalbe.” Amirim maktulün yaralarına yakından bakmak için eğildiğinde sordu: “Ölüm saati hakkında bir şey söyleyebilir misiniz Doktor?” “Dün gece ısı eksi on dereceye kadar düştü. Ceset kaskatı kesilmiş. Otopsi yapmadan kesin bir zaman veremem. Şimdilik söyleyebileceğim tek şey, yaklaşık bir metrelik mesafeden ateş edildiği.” Maktulde savunma yarası yoktu. Etrafta da herhangi bir boğuşma izi görünmüyordu. Oktay Komiser, donmuş toprak zemin üzerinde gayet net olarak görülebilen lastik izlerini işaret etti, “Maktulle katilinin geldikleri araba arsaya şuradan giriş yapmış… Burada araçtan inmişler… Yirmi-otuz metre kadar yürümüşler, sonra bam!” “Hangisi maktulün ayak izleri?” “Kırk üç numara olan,” diye cevap verdi Oktay Komiser,”katili daha ufak tefekmiş.” Yerdeki izleri işaret etti Amirim: “Yolcu koltuğunda oturan maktulmüş… Araçtan inmiş… Ön taraftan şoför mahalline dolanmış… Şoför de inmiş… Şoför önde, bizim maktul arkada ilerlemişler…” Bu kadar karışık ize bakarak bu sonuca nasıl vardığını düşünüyordum ki, maktulün diğer şahsın ayak izlerinin üzerine bastığını görünce duruma uyandım. Amirim yerde, otuz santim arayla oluşmuş iki küçük çukuru gösterdi, “Maktul, sanırım burada diğer şahsı diz çöktürmüş.” “Elinde silah, adamı önünde diz çöktürtüyorsun, sonra o seni vuruyor, öyle mi?” “Garip görünüyor ama, aklıma da başka bir açıklama gelmiyor.” Olay Yeri İnceleme Şubesi işini bitirip ceset morga kaldırılmak üzere götürüldükten sonra, çevredeki apartmanları dolaşarak uykusu kaçmış bir ihtiyar ya da geç saatlere kadar ders çalışmış bir öğrenci bulabilir miyiz diye baktık. Anlaşılan o gece herkes mışıl mışıl uyumuştu. *** Parmak izinden kimliğini tespit ettik maktulün. Yirmi altı yaşındaydı Naci Pekcan ve darp, hırsızlık, bıçakla yaralama, gasp, tarihi eser kaçakçılığı gibi suçlardan sabıkası vardı. On beş yaşından itibaren zamanının büyük bölümünü ıslah ve cezaevlerinde geçirmişti. Geçen sene Antalya’da turist kılığına girmiş Kaçakçılık Şubesi polislerine tarihi eser satmaya çalışırken yakayı ele vermiş, beş sene hapis cezası almıştı. Bir buçuk sene daha yatması gerekirken Şartlı Salıverme Yasası’ndan yararlanarak serbest kalmış ve askere alınmıştı. Orada da rahat durmamış, üç ay önce birliğinden firar etmişti. *** Anlaşılan Naci, “evlat olsa sevilmez” kategorisine giren insanlardan biriydi. Kimlik tespiti için götürdüğümüz morgda oğlunun cesediyle karşılaşan babası,”Olacağı buydu,” dedi, “su testisi su yolunda kırıldı.” Naci’ye husumet besleyen birilerinin olup olmadığını sorduğumuzda,”İlla ki vardır. Canını yakmadığı kimse kalmamıştı,” cevabını aldık. Oğlunu en son, Antalya’da cezaevine girdiği zaman görmüştü. Tahliyesinden sonra cezaevinin kapısından alıp askere götürmüşlerdi zaten. Haftasına kalmamış, firar etmişti. Naci’nin yalnız yaşayan babaannesinin yanında kaldığını öğrendik. Kadıncağızın gecekondusunda yaptığımız aramada Naci’nin yatağının altında bir komando bıçağı bulduk. *** Ertesi sabah, olay yerinde bulunan kanıtlara tekrar göz atarken otopsi ve balistik raporları elimize ulaştı. Ölüm zamanı 23.00 ile 01.00 arasıydı. Ölüm nedenini zaten biliyorduk. Balistik raporunda ise, Naci’yi öldüren silahtan çıkan kurşunların sistemde kayıtlı hiçbir silahla eşleşmediği belirtilmişti. Bu kötüydü. Yatağının altından çıkan bıçak da temizdi. Bu da kötüydü. İyi olan taraf ise; Naci’nin yanında bulduğumuz ateşlenmemiş silahın sabıkalı çıkmasıydı. Son iki aydır bir türlü aydınlatmayı başaramadığımız iki taksici cinayetinin bu silahla işlenmiş olduğu tespit edilmişti. O şoförlerin cesetleri de kendisininki gibi şehir merkezine uzak yerlerde bulunmuştu. Enselerinden tek kurşunla öldürülmüştü adamlar. Taksici cinayetlerinin dosyalarını tekrar gözden geçirdim. Bu cinayetlerle ilgili, kurşunlar haricinde elimizde en küçük bir kanıt dahi yoktu. Ne bir parmak izi, ne de bir çöp. Gasp edilen taksiler ertesi gün terk edilmiş olarak bulunmuşlardı. Yıkanmış, iyice temizlenmiş olarak. Cinayetlerin işlendiği, araçların bırakıldığı yerler ve çevre semtlerdeki bütün oto yıkama, akaryakıt istasyonlarını tek tek dolaşmış, fakat bir sonuç elde edememiştik. “Bu sefer sert kayaya çarpmış Naci kardeşimiz,” dedim. “324’le başlayan telefonlar hangi semte ait?” diye sordu elindeki sigara paketine bakmakta olan Amirim. Ben cevap vermeden numarayı tuşlamıştı bile. Hoparlöre aldığı telefondan gelen ses odayı doldurdu: “Anadolu Arkeoloji Müzesi’ne hoş geldiniz. Dahili numarayı biliyorsanız…” *** Naci’nin cebinden çıkan yarısı içilmiş sigara paketinin üzerindeki, bir şey yazarken kaleme uygulanan baskı sonucunda alt sayfalarda oluşan baskı izi olarak tanımladığımız (Öhö!) fulaj izinde telefon numarası kolayca okunabilen Arkeoloji Profesörü Çetin Kavacıklıoğlu, kocaman açılmış masmavi gözleriyle sorgu odasında karşımızda oturuyordu. Sorguya almadan önce adamı araştırmıştım; geçmişi pırıl pırıldı, şimdiye kadar yasalarla başı hiç belaya girmemişti. “Rica ederim!” dedi. “Ne işim olur benim bahsettiğiniz gibi bir adamla? Bir katile neden numaramı vereyim?” “Biz de bunu öğrenmek istiyoruz Profesör,” diye karşılık verdi Amirim, “fotoğrafa bir daha bakın.” Profesör, Naci’nin fotoğrafını tekrar eline aldı: “Söylediğim gibi, bu adamı hayatım boyunca bir kere bile görmedim.” Amirim elimizdeki tek ipucunu kolay kolay bırakacak adamlardan değildi. “Naci’yle kazı için gittiğiniz yerlerden birinde mi tanıştınız?” “Neredeyse yedi senedir araziye çıkmıyorum, tam zamanlı olarak müzede çalışıyorum.” “Tarihi eser satmaktan sabıkası olan birinin cebinden, ülkenin en önemli müzelerinden birinde çalışan bir arkeoloji profesörünün telefon numarasının çıkması sizce de fazlaca tesadüf olmuyor mu?” Profesör şişe dibi gözlüklerinin ardından mavi mavi bakarken, üzerine keçi sakalının konuşlandığı çenesi titredi: “Buna ben de akıl erdiremiyorum.” “Belki de ortak iş çeviriyordunuz!” “Siz… Siz ne demek istiyorsunuz?” “Belki de müzedeki eserlerin bazıları artık orijinal değil… Belki de çoktan sahteleriyle değiştirildi.” Profesörün çıplak kafasında boncuklanan ter damlacıkları alnından aşağı doğru süzülmeye başladı. “Ben bu toprağın arkeolojisine otuz senedir şerefimle hizmet ediyorum. Lütfen! Benimle bu şekilde konuşmaya hakkınız yok.” “Ben de yirmi senedir bu toprağın hırsızıyla, uğursuzuyla, katiliyle uğraşıyorum Profesör! Bizi daha fazla uğraştırmayın! İzin çıkar çıkmaz, müzedeki odanızı ve evinizi didik didik arayacağız.” “İzine gerek yok. Şimdi gidip istediğiniz gibi arayabilirsiniz. Benim korkacak bir şeyim yok!” Üç saat sıkıştırdık, Nuh dedi peygamber demedi, Naci’yi tanımadığını yineleyip durdu. Sürekli gittiği yerler olup olmadığını, son zamanlarda nerelerde vakit geçirdiğini defalarca sorduk. Karısının ölümünden beri, iki senedir, doğru dürüst dışarı çıkmadığını, zamanını gündüzleri müzede, geceleri de evinde çalışarak geçirdiğini söyledi. “Özellikle son iki üç gün içinde neler yaptığınızı iyi düşünün Profesör. Bu adamla mutlaka bir yerlerde karşılaşmış olmalısınız.” “Daha kaç kere söylemem gerekiyor? Evden dışarı adımımı attığım yok… İki gün önce arkadaşlarımla birlikte yemek yedim. Hepsi o.” “Nerede yediniz yemeği?” “Ayrancı’da bir yerdi, adını hatırlamıyorum bile.” “Orada karşılaşmış olabilir misiniz? Lavaboya filan gittiğiniz sırada yanınıza yaklaşan, sizinle ahbaplık kurmaya kalkan birileri oldu mu?” “Olsaydı hatırlardım. Biraz rakı içmiştim ama, böyle bir şeyi hatırlayamayacak kadar değil. Yemekte alkol alacağım için arabamı götürmemiştim. Lokantanın önündeki duraktan taksiye bindim, doğruca evime gidip yattım.” “Taksiye mi bindiniz?” *** Taksi durağındaki şoförler eşgalini verdiğimiz arkadaşlarını hemen tanıdılar: “Ferit’i soruyorsunuz siz. Amcaoğlu Osman’ın taksisinde geceleri çalışır o.” *** “Ferit rahmetli amcamın oğlu,” dedi Osman. “Amcam geçen sene vefat ettiğinden beri gündüzleri okuluna gider, geceleri de takside çalışır ailesine bakar.” “Arabayı Ferit’e saat kaçta teslim edersin?” “Akşam sekiz gibi. Evlerimiz karşılıklıdır zaten. Gece iki-üç gibi de kapıya bırakıp evine gider.” “Evvelki sabah arabada herhangi bir tuhaflık dikkatini çekti mi?” “Ne gibi bir tuhaflık?” “Kırılıp dökülmüş bir yer var mıydı, ya da kan izi?” “Yoo.” *** Arkeoloji son sınıf öğrencisi Ferit’i evinden aldık. Orta boylu, zayıf, temiz yüzlü bir gençti. Kan çanağına dönmüş gözleri, “Bu çocuk, olay gecesinden beri bizi bir saniye olsun yummadı,” diyordu. *** “Olay gecesi, sonradan televizyondan adının Naci olduğunu öğrendiğim şahıs arabama yoldan bindi. Her zaman böyle uzun mesafeye müşteri çıkmaz. Bu gece şanslıyım diye düşündüm. Şahıs yanımdaki koltuğa oturmuştu. Biraz havadan sudan söz ettikten bir daha ağzını açmadı. Elvankent’e girdiğimizde, izin almadan, sormadan, aracın göğsünde duran sigara paketime uzanıp içinden bir sigara aldı, “Artık senin işine yaramayacak nasıl olsa,” deyip paketi cebine attı. Ne yapıyor bu densiz diye yüzüne baktığım sırada, cebinden çıkardığı tabancayı bana doğrulttu, ters bir hareketimde beni öldüreceğini, dediklerini yaparsam kılıma zarar gelmeyeceğini söyledi. İlk defa başıma böyle birşey geliyordu. Çok korkmuştum. Son birkaç ay içinde Ankara’da iki taksicinin gasp edildikten sonra öldürüldüklerini biliyordum. Hasılatın hepsini verdim. O ise “Seninle daha işimiz bitmedi,” dedi ve boş bir arsayı işaret ederek oraya girmemi istedi. Beni öldürmemesini, arabayı da alıp gitmesini, polise gitmeyeceğimi söyledim. Silahın namlusuyla dürtükleyerek arsanın karanlık köşesine götürmeye başladı. Bir yandan da küfürler ederek ağzındaki sigarayı yakmaya çalışıyordu. Bir süre yürüttükten sonra silahın namlusunu kafama dayayarak dizlerimin üzerine çökmemi istedi. Dediğini yaptım. Bu arada hala sigarasını yakamamıştı. Sinirle çakmağı yere çaldı ve benden ateş istedi. Çakmak çıkaracakmış gibi elimi montumun cebine attım ve son bir aydır işe çıkarken yanıma aldığım silahı çıkarıp ateş ettim. Yere düştüğünü hayal meyal hatırlıyorum. Derhal oradan uzaklaştım. Öldüğünü ertesi gün televizyondan öğrendim.” “İyi atışlardı,” dedim,”biri kalbine, biri ciğerine…” Yorgun gözlerini, sorgu sırasında sürekli oynadığı tırnaklarından ayırıp bize çevirdi,”Silahı babam yıllar önce memlekette yaptırtmıştı. Evde dolapta dururdu. Hiç kullanılmamıştı. Siz nasıl…?” “Seni silahtan bulmadık,” diye cevap verdi Amirim, “Naci’nin de, senin de başını sigara yaktı. Naci sıkı bir sigara tiryakisi olduğu için öldü, sen de sıkı bir tiryaki olmadığın için yakalandın. Eğer bir paket sigarayı birkaç günde değil de bir gün içinde tüketseydin sana ulaşamayacaktık.” Ferit’in alnında kırışıklıklar oluştu: “Anlayamadım.” “Naci’nin cebine attığı paketinin üzerinde bir gece önce arabana aldığın Profesör Çetin Kavacıklıoğlu’nun sana verdiği telefon numarası vardı.” Ferit yüzünü buruşturdu, “Ama,” dedi, “paket bitince dalgınlıkla atarım diye numaranın yazılı olduğu jelatini çıkarıp cüzdanıma koymuştum.” “Koymuştun ama kalemin jelatinin altındaki kağıda yapacağı baskıyı hesaba katmamıştın.” Başını salladı Ferit, acıyla gülümsedi: “Profesörü konuk olduğu bir televizyon programında izlemiştim. Arabama binince tanıdım. Arkeoloji bölümünde öğrenci olduğumu öğrenince ilgi gösterdi. Yol boyunca sohbet ettik. Telefon numarasını verdi. Yaz tatilinde bana müzede staj imkanı sağlayabileceğini, okul kapanınca kendisini aramamı söyledi.” İfadesini imzalatıp savcılığa naklettik. Çıkmaya hazırlanıyordum ki arkamdan Amirimin, “Olay tamamen meşru müdafaa. Fazla ceza almaz,” dediğini duydum. Reha AVKIRAN. | |
|
Teswirleriň ählisi: 0 | |